KUR’AN’DA GEÇEN “ELLERİN VE AYAKLARIN ÇAPRAZLAMA KESİLMESİ”

Uzunca bir süredir alışılagelmiş şekillerde çevrilen bu ayetlerde ki bazı sözcükleri etimolojik olarak ele alıp nasıl olmaları gerektiği ile ilgili bir ile neden kadim lügata dayalı Kur’an incelemesinin önem arz ettiğini bir kez daha görebilmekteyiz.

Maide 33-34; “Allah’a ve Elçisi’ne karşı savaşan;  bozum yapmaya teşebbüs etmiş olan ve yeryüzünde kargaşa çıkarmaya çalışanların –siz onlar üzerine güçlü olmazdan/onları yakalayıp denetim altına almazdan önce hatalarından dönenler hariç– karşılığı, ancak öldürülmeleri veya kent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yaptırılması, taş ocaklarında çalıştırılmaları yahut sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkilerinin kesilmesi, ya da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir aşağılıktır. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır. Artık iyi bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. 

Araf 123-126; “Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden önce ona iman mı ettiniz? Şüphesiz bu, halkını şehirden çıkarmak için, şehirde kurduğunuz gizli bir tuzaktır. Yakında bileceksiniz. Kesinlikle ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi kesinlikle asacağım.” Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler de dediler ki: “Hiç şüphesiz biz sadece Rabbimize dönenleriz. Senin bizi, yakalayıp cezalandırman da sırf Rabbimizin âyetleri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır.” –“Ey Rabbimiz! Bize çok çok sabır ver de gevşemeyelim, zaafa düşmeyelim, boyun eğmeyelim. Canımızı da Müslümanlar olarak al!”–”

Ceza hukukunda cezanın caydırıcılığı birincil unsurdur, ilahi ilkeler de ise Kur’an’a bakılınca cezanın en büyük ifadesi kısas olarak belirtilmiştir. Kur’an’da sadece cinayet ile ilgili pasajlarda görmüşsekte anlam olarak adil karşılık anlamına gelir. Sözcük anlam olarak makas sözcüğünün de anlamını aldığı aynı hattan/yoldan gidip geri gelmekten almıştır. Yani aynı hat üzerinden hiç sapıp, taşmadan geri gelmeyi ifade eder. Adil karşılık şeklinde ifade edebileceğimiz kısas, işlenen bir suçun aynı misli o kişiye dönmesi demektir.

Yunus 27; “Kötülük kazanmış olan kimseler de, kötülüğün cezası, bir benzeri iledir. Ve onları bir aşağılık kaplar. Onlar için Allah’tan, hiçbir koruyucu yoktur. Sanki onların yüzleri karanlık gecelerden bir parçaya bürünmüş gibidir. İşte onlar ateşin ashâbıdırlar. Onlar orada sonsuza dek kalacaklardır.” 

Bir suç işlendiği zaman ona verilecek cezanın o suçun benzeri ile yapılması gerektiği geçer. 

Mü’min 40; “Yine iman etmiş olan o kimse: “Ey toplumum! Bana uyun ki size akıllı olmanın yoluna kılavuzluk edeyim. Ey toplumum! Bu bayağı hayat ancak geçici bir kazanımdır. Âhiret ise kesinlikle durulacak yurdun ta kendisidir. Her kim bir kötülük yaparsa, ona ancak yaptığının bir misli ile ceza verilir. Ve erkek veya kadın, her kim mü’min olarak düzeltmeye yönelik iş işlerse, artık onlar, orada hesapsızca rızıklanmak üzere cennete girerler.” Yine: “Ey toplumum! Bana ne oluyor ki, siz beni ateşe davet ediyorken ben sizi kurtuluşa davet ediyorum! Siz, beni, Allah’a inanmamaya ve benim için hiç bilgi olmayan şeyleri O’na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi o çok güçlü ve çok bağışlayıcı olan Allah’a davet ediyorum. Hiç inkâr edilemez ki, gerçekten sizin beni kendisine davet ettiğiniz şey, dünya ve âhirette kendisine bir çağrı olmayan şeydir. Ve şüphesiz dönüşümüz Allah’adır. Ve şüphesiz sınırı aşanlar, cehennem ashâbının ta kendileridir. Artık siz benim, sizin için söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ve ben işimi Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını en iyi görendir” dedi.” 

Ena’m 160“Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve düzeltirse, artık onun ücreti Allah’a aittir. Şüphesiz ki O, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları sevmez.” 

Daha somutlaştırırsak; Misalen bir kişinin kişisel eşyalardan, telefonu olsun bu o telefonu o kişiden alıp paramparça ettiğimi düşünelim. Şimdi -bir kötülüğün cezasının aynı şekilde kötülük- olduğundan yola çıkarsak ben, önce o kişiyi maddi olarak zarara soktuğum için ona yeni bir telefon alacağım fakat bununla bitmeyecek çünkü -misli ile cezalandırma- ilkesi icabında ve -suçun caydırıcılığı, bir daha yapılmamasına teşvik babında- bir de devlet hazinesi o kişiye yeni aldığım telefon ücreti kadar bir ödeme daha yapmış olmam gerek. Çünkü suçlar toplumsal bir mefhum olduğundan kamuyu da ilgilendiren bir tarafı bulunmaktadır. Çünkü mahkemeler, hakimler vs. olsun yargılama sürecinde her alanda çalışan, vakit harcayan memura kadar hepsinin emeğinin de karşılanması gerekmektedir. Şimdi ayete baktığımızda buna benzer bir suç unsuru göremiyoruz. Orada ki durum tıpkı bir spor müsabakası için şehir dışına giden oynayan ve yenilerek dönen bir takım gibi ki bu yüzden kimseye ceza verilemez. Yani Musa’nın karşısına çıkan Firavun’un bilginleri, Musa’nın Kur’an ilmi karşısında bir yenilgiye uğruyorlar. Mısır’ın kendi tarihi içerisinde de bu şekilde bir cezalandırmanın yani ellerin ve ayakların çaprazlama kesilmesine dair bir bilgiye rastlayamıyoruz.

Mü’min 23’den 46’ya; “Andolsun Mûsâ’yı Firavun’a, Hâmân’a ve Karun’a âyetlerimizle ve açık bir delil ile elçi olarak gönderdik de onlar: “Bu bir sihirbaz, büyük bir yalancıdır” dediler.

Böylece Mûsâ, katımızdan kendilerine bir hak ile geldiği zaman onlar: “Mûsâ ile birlikte iman etmiş kişilerin oğullarını katledin; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştirin,  kadınlarını ise sağ bırakın” dediler. Kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin düzeni, boşa çıkmakta olandan başkası da değildir.

Ve Firavun: “Bırakın beni, öldüreyim Mûsâ’yı, o da Rabbini çağırsın. Şüphesiz ben o’nun, sizin dininizi değiştirmesinden veyahut yeryüzünde kargaşa çıkarmasından korkuyorum” dedi.

Mûsâ da: “Şüphesiz ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim Rabbim ve sizin Rabbiniz’e sığınırım” dedi.

Ve Firavun ailesinden imanını saklayan bir babayiğit adam: “Bir adamı, Rabbim Allah dediği için öldürecek misiniz? Hâlbuki o, kesinlikle size Rabbinizden delillerle gelmiştir. Ve eğer o, bir yalancı ise bir bakarsın ki o’nun yalanı kendi aleyhine oluvermiştir. Ve eğer doğru ise size yaptığı tehditlerin bir kısmı size isabet eder. Şüphesiz Allah, aşırı giden bir yalancı kişiye kılavuz olmaz. Ey toplumum! Yeryüzünde açığa çıkmış olarak bugün yönetim sizindir. Peki, eğer gelecek olursa Allah’ın hışmından bizi kim yardım edip kurtarır?” dedi.

Firavun: “Ben size görüşümden başkasını göstermiyorum ve ben sadece size reşitliğin/akıllı olmanın yoluna kılavuzluk ediyorum” dedi.

Yine o iman etmiş olan kimse: “Ey toplumum! Şüphesiz ben, sizin hakkınızda Ahzâb’ın günü benzerinden; Nûh toplumunun, Âd’ın, Semûd’un ve daha sonrakilerin maceralarının benzerinden korkuyorum. Ve Allah, kulları için bir haksızlık, yanlışlık istemez. Ey toplumum! Şüphesiz ben, size gelecek o çağrışma-bağrışma/ kaçışma gününden; arkanıza dönüp kaçacağınız günden korkuyorum. Sizin için Allah’tan koruyan biri yoktur. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur. Ve andolsun ki, bundan önce size Yûsuf delillerle gelmişti. O zaman da o’nun size getirdiği şeylerde şüphe edip durmuştunuz. Sonunda o öldüğünde de, “Bundan sonra Allah, asla elçi göndermez” dediniz. Allah, şu kendilerine gelmiş bir güç olmaksızın, Allah’ın âyetleri/alâmetleri/göstergeleri hakkında mücâdele eden, aşırı giden, şüpheci olan kişileri işte böyle şaşırtır. Bu durum, Allah katında ve iman edenler yanında buğz olarak büyüktür. İşte Allah, her böbürlenen zorbanın kalbi üzerine damga basar” dedi.

Ve Firavun: “Ey Hâmân! Sebeplere; göklerin sebeplerine ulaşmam için bana bir kule yap da Mûsâ’nın ilâhının ne olduğunu anlayayım. Ve şüphesiz ben o’nun yalancı olduğu kanısındayım” dedi. İşte böylece Firavun’a amelinin kötülüğü süslü gösterildi ve yoldan çıkarıldı. Ve Firavun düzeni, yalnızca kayba/ zarara uğratıp acı çekme içindedir.

Yine iman etmiş olan o kimse: “Ey toplumum! Bana uyun ki size akıllı olmanın yoluna kılavuzluk edeyim. Ey toplumum! Bu bayağı hayat ancak geçici bir kazanımdır. Âhiret ise kesinlikle durulacak yurdun ta kendisidir. Her kim bir kötülük yaparsa, ona ancak yaptığının bir misli ile ceza verilir. Ve erkek veya kadın, her kim mü’min olarak düzeltmeye yönelik iş işlerse, artık onlar, orada hesapsızca rızıklanmak üzere cennete girerler.” Yine: “Ey toplumum! Bana ne oluyor ki, siz beni ateşe davet ediyorken ben sizi kurtuluşa davet ediyorum! Siz, beni, Allah’a inanmamaya ve benim için hiç bilgi olmayan şeyleri O’na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi o çok güçlü ve çok bağışlayıcı olan Allah’a davet ediyorum. Hiç inkâr edilemez ki, gerçekten sizin beni kendisine davet ettiğiniz şey, dünya ve âhirette kendisine bir çağrı olmayan şeydir. Ve şüphesiz dönüşümüz Allah’adır. Ve şüphesiz sınırı aşanlar, cehennem ashâbının ta kendileridir. Artık siz benim, sizin için söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ve ben işimi Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını en iyi görendir” dedi.Sonra Allah o mü’mini onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu. Firavun’un yakınlarını ise, azabın kötüsü; ateş kuşattı. Onlar sürekli olarak ateşe arz olunurlar. Kıyâmet kopacağı gün ise: “Firavun’un yakınlarını azabın en şiddetlisine sokun!” 

Ayette geçen Karun, Firavun’un kavminden biridir özetle yalakasıdır, iş birlikçisidir. İsrailoğulları’nın yıllar yılı köleliği de Karun gibi iş birlikçiler yüzünden olagelmiştir. Ayette Firavun ile Musa‘nın atışmaları devam ederken Firavun’la aynı yerde yaşayan fakat imanını saklayan bir babayiğit ortaya çıkar ve konuşur hem toplumuna hem de Firavun‘a nasihatlar da bulunur. Daha sonra o mü’min ki sureye de o ismini vermiştir, Firavun’a şunu hatırlatır; -Her kim bir kötülük yaparsa, ona ancak yaptığının bir misli ile ceza verilir- demek ki Firavun’unda o dönem kanunlarında aynı ceza kanunun işlemekte olduğunu bizler o Mü’min sayesinde öğrenmiş oluyoruz.

Maide 33 34; “Allah’a ve Elçisi’ne karşı savaşan;  bozum yapmaya teşebbüs etmiş olan ve yeryüzünde kargaşa çıkarmaya çalışanların –siz onlar üzerine güçlü olmazdan/onları yakalayıp denetim altına almazdan önce hatalarından dönenler hariç– karşılığı, ancak öldürülmeleri veya kent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yaptırılması, taş ocaklarında çalıştırılmaları yahut sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkilerinin kesilmesi, ya da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir aşağılıktır. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır. Artık iyi bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Ayette geçen hılaf sözcüğü, half sözcüğü gibi yani arka sözcüğünün müfaale babından işteş bir sözcüktür. Arka arkaya, arkasından, muhalif, karşıt, birbirinin zıttı anlamındadır. Ellerin ve ayakların çaprazlama kesilmesi pasajı ise sözcüğün karşıt olmasından gelmektedir işte yani sol kolun karşıtının sağ ayak olması gibi. İşte çaprazlama tabiri bu anlamdan getirilmiştir. Mesela buna bir deyim deseydik biz ayette tıpkı kullandığımız elden ayaktan kesin – ellerini ayaklarını kesin hepsinin gibi söylemler bir nevi o kişinin veya kişilerin güçlerini kesmek anlamında anlaşılabilir ve kullanılabilir iken işin içine çaprazlama girince işler karışıyor işte zira o hali ile bunu bir deyim kalıbına, kullanımına sokamayız. E, gerçek anlamda da kullanılamayacağına göre ki İslam tarihine baktığımızda böyle bir cezalandırmanın hiçbir zaman ne peygamber zamanında ne öncesinde ne sonrasında uygulanmadığını da görüyoruz.

Bilindiği üzere Kur’an yazılı bir şekilde inmiş bir kitap değildir, sözlü olarak vahiyler ışığında Tanrı/Allah tarafından derlenmiş bir kitaptır. Peygamber önce kendisi öğrenmiş ve yazmış daha sonra yazdırmıştır sahifeler halinde ki yine bildiğimiz gibi peygamber öldükten sonra Kur’an mushaf haline getirilmiştir halife Osman döneminde ki şunu da belirtmekte fayda var günümüzde orada burada Osman Mushafı yok Halife Osman’ın okurken şehid düştüğü üstünde kanı bulunan mushafı vesaire gibi şeyler itibarsız olduğu gibi elimize Osman Mushafı’nın birinci nüshası hiç geçmemiş elde Osman Mushafı diye gösterilenler de sonradan, takribi 70 – 80 sene sonra yazılmış/çoğaltılmış kopyalardır. Onlar da Emevi döneminde yazılmışlardır. Dolayısıyla Emeviler dönemlerinde Kur’an mushafının, yazılmasından, sıralanmasına kadar bir çok halt yemiş bir topluluktur. Ekledikleri noktalama işaretleri yani kıraat farklılıklarından sonradan eklenen elif’lere kadar Kur’an’ın yanlış anlaşılması için tıpkı Rabbimizin bu gibi bozgunculara söylediği gibi Kur’an içinde lağv yapmışlardır galip gelebilmek için. Dolayısıyla daha Osman döneminde dahi mushafın hatalı düzenlenmesine kadar bunları bilen, gören zamanın alimleri dahi karşı çıkmışlardır. Bunlar hep bilinir. Bundandır ki Arapça’nın değişen kıraatleri ve noktalamaları sonrası çaprazlama olarak bilinen min hılafin sözcüğü üzerindeki nokta kaldırılınca sözcük sözleşmeyi ifade etmektedir. Bunu diğer destekleyen nokta da yine Firavun ile sihirbaz denilen bilgin kimselerin aralarında geçen sözleşme mukavelelerine rastlanacaktır. Yani, zamanında Musa’yı yenebilmeleri ve galip gelebilmeleri için sarayın bilginleri/sihirbazları ile bir sözleşme imzalayan Firavun, saray erkanına artık o akdin geçerli olmadığı ve onları sarayın nimetinden, malından mülkünden istifade ettirmeyeceğini söylemektedir. Sonuç olarak güç birliği, menfaat amaçlı yapılan sözleşmeler, Arapça da hılaf sözcüğü ile ifade edilmektedir. Ayete dönersek ayet bizlere, Tanrı/Allah’a ve Resulullah’a karşı savaş açanlar, yeryüzünde bozguncu ve muhalib olanların sözleşmelerinden yani; çalıştığı kurumdan, istihkaklarına kadar hatta vatandaşlık haklarını dahi fes edip onları mağdur ve perişan bir hale getirmeyi anlatmaktadır bizlere. 

Sonuç olarak, ellerin ve ayakların çaprazlama kesilmesi bizlere sözleşmelerin feshedilip kişilerin sahip olduğu bütün haklardan mahrum bırakılıp, mağdur bir biçimde bırakılması anlamına gelmektedir. Kur’an içerisinde lağv yapan bazı hainler sadece bir “nokta” koymak sureti ile harflere bunu başarmış olsalar da gerçekler ilim ehli olan Müslümanlar tarafından, kadim lügata dayalı Kur’an çalışmaları ile ayan beyan ortaya çıkarılmaktadır. Burada müslümanlar  şeklinde çoğul kullanmış olsak da bu katkıyı bizlere sağlayan yine tek bir kişi olan Hakkı Yılmaz‘dır.

O halde bu yeni detay ile ayetin en güncel çevirisi şöyle olacaktır;

Araf 123-126; “Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden önce ona iman mı ettiniz? Şüphesiz bu, halkını şehirden çıkarmak için, şehirde kurduğunuz gizli bir tuzaktır. Yakında bileceksiniz. Kesinlikle sözleşmelerden/taahtütlerden ilişkinizi keseceğim, sonra da hepinizi kesinlikle rahat ortamdan, kentte ki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım, taş ocaklarında çalıştıracağım, zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım, iliğinizi sömüreceğim. “Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler de dediler ki: “Hiç şüphesiz biz sadece Rabbimize dönenleriz. Senin bizi, yakalayıp cezalandırman da sırf Rabbimizin âyetleri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır.” –“Ey Rabbimiz! Bize çok çok sabır ver de gevşemeyelim, zaafa düşmeyelim, boyun eğmeyelim. Canımızı da Müslümanlar olarak al!”–”

Arapça’daki sadece bir nokta eklemek suretiyle yani harekelemenin fasih Arapça’ya, o bedevinin konuştuğu has en doğal, kadim Arapça’ya dilbilimi bakımından eklenmesi ile arka arka / çaprazlama sözcüğü sözleşme sözcüğü ile değiştirilmiş ve ayet de anlam bakımından başka bir hal almıştır. Dolayısıyla orijinal hali sözcüğün harekesiz olanıdır. Yine ayette geçen salb sözcüğü bizlerin Türkçemizde de kullandığımız salabet sözcüğü yani sertlik, sert muamele anlamına gelir. Yani  salb sözcüğü yumuşaklığın karşıtı, sertlik, şiddet anlamına gelir. İnsan da ki omurga kemiğine de yine bu sertlik bakımından sulb denmiştir. Bu sulb sözcüğü Tarık 7‘de de geçer. Kaba taşları olan yer, arazi anlamında da kullanılırken; bıçak, ok, mızrak gibi savaş aletlerinin sivriltilmesine yarayan biley taşı olarak suleybiye sözcüğü de kullanılmaktadır.  Fakat bu sözcük geleneksel olarak asmak, çarmıha germek olarak anlamlandırılmıştır. Bunun da sebebine baktığımız zaman geçmişte çarmıha germenin bir Romalı infaz yöntemi olduğunu görüyoruz. Bu infaz genelde büyük bir suç işleyen kimselere verilirdi Roma’da. Suçlular diri diri çarmıha gerilirlerdi bir tepede ve orada aç, susuz güneşin altında ağır ağır ölüme terk edilirlerdi. İşte Araplar da Romalıların bu infaz/şiddet uygulamasını sulb sözcüğü ile kullanmışlardır kendi dillerinde. Bu sözcük zamanla da çarmıha germek, çarmıha asmak, asmak şeklinde dönüştürülmüştür. Tıpkı salat sözcüğüne yaptıkları gibi sulb sözcüğünü de zaman içerisinde asmak ve çarmıha germek olarak değiştirmişlerdir. Ayette, size sert muamele yapacağım anlamına gelmektedir bu yüzden salb sözcüğü. Bu işler taş ocakları gibi ağır ve yorucu işlere mal edilmiştir. Mesela başka bir ayette de salb sözcüğü sizi hurma kütüklerinin arasında asacağım şeklinde çevirilirken, lügat anlamından ve harekesiz olarak kadim Arapça’dan ele aldığımız vakit bu pasaj da hurma kütüklerinin arasında size sert muamele yapacağım yani o zamana göre anlarsak; siz sarayda oturanları, ben araziye süreceğim, hurma tarlaları arasında, taş ocakları arasında amelelik yapacaksınız. Salb, sözcüğü aynı zamanda pres yöntemi ile bazı tohumların yağlarının çıkarılması anlamında da kullanılmıştır. Bu da ayette de verildiği gibi deyim olarak insanın zorlu koşullar altında adeta yağını çıkartırcasına çalıştırmak, iliğini sömürmek anlamına gelir. Hatta şunu da ekleyelim Araplar, iki sert kaya arasında kemiklerin yağını çıkartma işlemini de işte bu salb sözcüğü ile ifade ederlermiş. Görüldüğü gibi sözcük hep şiddet uygulamayı ifade ediyor bizlere. Kur’an’da Yusuf‘un zindan arkadaşlarından biri ile ilgili de salb sözcüğü geçer ve yine asılmak olarak çevrilir fakat sözcüğün orijinalinden hareketle, sen kent yaşamından uzaklaştırılıp, çiftlikler de tarım işçiliği yapacak, taş ocaklarında çalıştırılacak, sen şiddetle sert muamele göreceksin anlamına gelecektir. Nisa 157‘de geçen İsa‘nın ölümü ile ilgili pasaj da geçer salb sözcüğü; dolayısıyla o da onu asmadılar, çarmıha germediler  değil, ona sert muamele yapmadılar, şiddet uygulamadılar demek olacaktır. Tabii burada onlar yani Romalılar sert muamale yaptı, şiddet de uyguladı ama İsa peygambere değil, ona benzeyen, o olduğunu iddia edip, Romalıları kandıran o fedakar kimseye yaptılar. 

Araf 127; “Firavun toplumundan ileri gelenler de, “Seni ve senin ilâhlarını/ seni ilâh edinmeyi terk etsinler de yeryüzünde kargaşa çıkarsınlar diye mi Mûsâ’yı ve toplumunu serbest bırakacaksın?” dediler. Firavun dedi ki: “Onların oğullarını katledeceğiz; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştireceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve biz onlar üzerinde ezici bir güce sahip kimseleriz.”

Konuyla bağlantılı pasajlardan bu ayette de bazı noktalar geleneksel anlamda zayıf kalmaktadır. Mesela, kızlarını sağ bırakacağız kısmı istihya (haya etme) sözcüğü, hayae sözcüğünden iki fiil türer. Birisi hayat demektir diğeri de utanç anlamına gelir. Dolayısıyla bu kadınlarını da utanca boğacağız anlamına gelecektir. Firavun, böylece  toplumdan ileri gelenlere Musa’nın toplumunu yani İsrailoğullarını eğitimsiz ve kalifiyesiz bir şekilde kalmaları ve kadınlarının da utanç verici işlerde (fuhşiyat) çalıştırılmaları anlamına gelecektir. Firavun önünde eğemediği Mus’ya olan hıncını da bu şekilde çıkartacağını söylemiş olmuştur.

Ne demişse de Firavun, etkili bilginler ona değil sahip oldukları ve görebildikleri/karşılaştıkları Kur’an ile haşyet duyarak tek gerçek Rabb’e teslimiyetlerini yine korkmadan dile getirmişlerdir. 

Ta Ha 70-73; “Sonunda bütün etkili bilginler, “Mûsâ ile Hârûn’un Rabbine iman ettik” demek sûretiyle boyunlarını uzatıp teslim olmuş durumda bırakıldılar.

Firavun: “Ben size izin vermezden önce mi o’na iman ettiniz? Şüphesiz o, size etkili bilgi öğreten büyüğünüzdür. Andolsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama/arka arkaya keseceğim ve kesinlikle sizi hurma kütüklerine asacağım. Ve hangimizin azap bakımından daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu kesinlikle bileceksiniz” dedi.

Etkili bilginler: “Bize gelen bu açık kanıtlar ve bizi yoktan yaratana karşı asla seni üstün tutmayız. Ne hüküm vereceksen hadi ver! Sen, ancak bu iğreti dünya hayatına hükmedersin. Şüphesiz biz, hatalarımıza ve bizi etkili bilgiden zorladığın şeye karşı, bizi bağışlasın diye Rabbimize iman ettik. Ve Allah daha hayırlı ve daha kalıcıdır” dediler.”

Yeri gelmişken belirtelim; İslam’da hapis cezası yoktur. Nitekim işlenen suçlara karşı verilen ceza yöntemi olan hapis cezası kesinlikle caydırıcılığı olan bir ceza biçimi değildir. Hepimiz biliriz, duymuşuzdur, adam senelerce hapis yatar, içeride beslenir, yatar, kalkar ve bütün seneyi tek bir dürtü ile geçirmiştir; öç alma. Hapisten çıktığı gibi direk ya eşidir ya ailesidir, ya arkadaşıdır, ya iş arkadaşıdır ya da bambaşka bir olay ve gider onu öldürür. Ve tekrar göğsünü gere gere hapishaneye geri döner. Artık hapishane de kendi yönetimini dahi kurmuştur. Hatta kimileri özellikle de belirli terör örgütleri elebaşları, hapishaneden talimatlarını dışarı iletir bir şekilde ve kendi gizlenmiştir fakat elleri ve kolları dışarıda zulme devam etmektedir. Tabii mali yönden yüksek bir ekonomiye sahip kimseler için hiçbir şey sorun değil çünkü para ile herşey kolayca çözülebiliyor. Sadece kimi satın alman gerektiğini bileceksin. Hapishaneler ne yazık ki devlete ekstra gider ve külfet olmaktan başka bir işe yaramıyor. Hapishaneler o kadar naif bir hale gelmiş ki artık içeride yer kalmamış ve bunun da sonucu genelde de siyasi seçimler de görülür, af çıkarılması. Ve herşey başa döner. Suç işleyen bir kimsenin yatak-döşek, yemek, avukat, görüşme vs. bunların hepsi ilk bakışta “modernliğin getirileri” veya “hukuki” bir takım zorunluluklar gibi görünse de suçlunun beslenmesi İslam’a uymaz.E, peki kardeşim adam suç işlediği diye hiç mi hakkı olmayacak?” Valla onu bilmem ama çok fazla hakları olduğu kesin gibi. Bakın son zamanlar da nasıl bir uygulamaya gidildi, hükümlüler için bir takım kamu görevleri yaptırılma uygulamasına gidildi. İşte bu İslam’a uygun bir uygulamadır. Çünkü yazıda da Rabbin, Kendisine ve Elçisine karşı gelenlerin, savaş açanların yargılama sonucu pestilleri çıkana kadar zorluklar içerisinde çalıştırılmaya mahkum edilmeleri, memuriyetinden tutun da, sağlığa kadar bütün kamusal haklarından mahrum edilmeleri inanın hiçte kolay kolay hazmedilebilir bir şey olmayacaktır. İşte bu kesinlikle caydırıcı bir cezadır. Tabii en küçük suçtan en büyüğüne herkese aynı cezai hükümlerin verileceği anlamına gelmiyor bu. Elbette ki mahkemeler, hakimler suçun oranına göre bir cezaya hükmederler fakat bu hapis cezası dışında olacaktır, olmalıdır.

Leave a comment