KUR’AN’DA ULÜ’L-EMR, HALİFE, VEKALET, Bİ’AT VE TEFRİKAYA DÜŞÜLMEMESİ

  • ULÜ’L-EMR / ŞURA MECLİSİ / EMİR SAHİPLERİ

Resulullah’tan sonra müslümanlar Ulü’l-emr’i, “İmamet-i Kübra” ve “Hilafet” olarak nitelemişlerdir. İslam hukukunda hilafet terimi genellikle Peygamberin yerine geçmek anlamında kullanmışlardır. Bununla da kalmayıp Tanrı/Allah’ın bir kurumsal yapı olmasını emrettiği Ulü’l-emr’i ümmete vermeyip imam, halife, padişah gibi kişisel ve tek tip bir hale sokup geçmişte de bunu çok acı tecrübeler ile ödemiştir. Müslümanların bu yanlışı yanlış ile örtme gafleti yüzünden asırlardır iki yakası bir araya gelmemiş ve yaptıkları onca ibadet de hiç bir değişimi getirmemiştir. Kurumsal olmaktan çıkarılıp tek tip bir yapıya dönen halifelik de müslümanlar arasında el değiştirdiği zamanlarda da iyice bozulmuş ve itibar da görmemiştir. Tabii şimdi halifelik  demişken çok ama çok suistimale uğratılmış olan bu kavramıda etimolojik olarak irdeleyeceğiz; hilafet. Bu sözcük, Allah’ın yeryüzündeki temsilciliği, vekilliği olarak anlam verildikten sonra halifenin de, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi, vekili hatta daha da ayarı kaçırarak zillullah-ı fi’l-arzeyn yani, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi diyerek bu konudaki bilginler arasında bile ayrılıklar oluşturmuşlardır. Üzerine ciltler dolusu kitaplar yazılan bu hilafet ve halifelik mefhumları akibetinde çok kanlar dökülmüş ve çok bozgunlara uğratılmışlardır. 

  • HALİFE

Halife sözcüğü arka demek olan h-l-f kökünden ism-i fail kalıbında bir sözcüktür. Sözcüğün aslı olan hilafetun sonundaki -te harfi mübalağa amaçlı konmuş olup sözcük halk arasında halife şeklini almış olup halifeh şeklinde okunur. Sözcük anlam olarak arkadan gelen yani, zaman itibariyle bir başkasının arkasından gelip onun yerine geçen anlamındadır. Bu, bir kurumun mevcut yöneticisi, kendisinden evvelki yöneticinin halifesidir. Türkçemizde kullandığımız kalfa sözcüğü de halife  sözcüğünün değişime uğramış halidir. Halife sözcüğü Kur’an’da tekil olarak iki kez yer alırken çoğulu olan hulefa ve halaif sözcükleri yedi kez yer almaktadır. İlgili pasajlar; En’am 165, A’raf 69-74, Yunus 13-14-73, Fatır 39, Neml 62. Bu ayetlerde yer alan hulefa (halifeler) sözcüklerinin hepsinde, arkadan gelip eskilerin yerini alanlar manasında kullanılmıştır. Dolayısıyla bütün hulefa sözcükleri sözcük anlamı olan halifeler olarak kullanılmış, hiç biri ataların verdikleri anlam gibi yeryüzünde Allah’ın yerini alan, O’na vekalet eden, O’nun adına hareket eden şeklinde kullanılmamıştır. Bu ayetler haricinde halfı kökünün istif’al kalıbı ile kullanıldığı ayetlerlerde ise halef, halife bırakmak, birisini başkasının yerine geçirmek anlamında kullanılmıştır. İlgili pasajlar; Nur 55, En’am 133, Hud 57, A’raf 129.

Gerek hulefa sözcüğü gerek half sözcüğünün istif’al kalıbında geçtiği yerler de hilafetkendinden evvelkinin yerine geçmek anlamına gelmektedir. Sonuç olarak bütün ayetlerde  konu edinilen halifelik, kişi veya toplumlar, hep başka kişilerin veya yok edilmiş toplumların yerini almışlardır fakat hiçbir zaman Allah’ın halifesi, temsilcisi, vekili olmamışlardır. Tekil haliyle Kur’an’da iki yer de geçer halife sözcüğü.

Birincisi, nüzul sırasına göre ilki Sad 26‘da geçmektedir;

Sad 26;Ey Dâvûd! Gerçekten Biz/biz seni bu yerde eski yöneticinin yerine yönetici yaptık. O hâlde insanlar arasında hak aracılığıyla, haksızlık ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla. Keyfe, arzuya uyma. O takdirde seni Allah’ın yolundan saptırır. Kesinlikle Allah yolundan sapanlar; hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır.” 

Şimdi bu ayeti okuyunca buradan anlayacağımız, Davud peygamber Allah’ın yerini mi almıştır veyahut, O’nun yerine halife mi olmuştur? Elbette ki bu sorunun yanıtı ikisi içinde olumsuz olacaktır. Nitekim Kur’an ve tarihi belgelere bakınca Davud peygamberin o zamanın evvelki yöneticisi olan Talut‘un yerini aldığını söylemektedir. Yine İbrani literatürü ve Kitab-ı Mukaddes‘te Davud peygamberin yönetimi kayınpederi olan Saul‘dan aldığı bilgisine de tarihi bir bilgi bir rivayet olarak yazımızda yer vermiş olalım. Görebileceğimiz gibi Davud peygamber Tanrı/Allah’ın yerini almamıştır dünyada, Talut’un veya Saul’un yerini alarak İsrailoğulları‘nın kralı olmuştur.

İkinci tekil olarak geçtiği yer ise Bakara 30‘da yer alır.

Bakara 30; “Ve bir zaman Rabb’in, doğadaki güçlere, “Şüphesiz Ben, yeryüzünde bir halîfe getiren Zatım” demişti. Doğadaki güçler, “Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi yapacaksın? Oysa biz, Senin övgünle birlikte tüm noksanlıklardan arındırıyoruz ve Senin tertemiz; her türlü kötülük ve eksiklikten uzak olduğunu haykırıyoruz” demişlerdi. Senin Rabb’in, “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri çok iyi bilirim” demişti.” 

Klasik anlayışta bu ayet de insanın ilk yaratılışı olarak anlanmış olsa da insanın halife yapılışı anlatılmıştır. Sebebi ise insanın halife yapılışı burada, takdir etmek, biçim vermek, yaratmak anlamında değil halq fiiliyle değilbir halden başka bir hale dönüştürmek anlamında ki ca’l fiiliyle anlatılmıştır. Ayrıca bu ayetten halife kılınacak olanın, daha önce yaratılmış melekler (doğal güçler) tarafından tanınıp bilindiği anlaşılmamaktadır ki bu hususta zaten ayetin ilk yaratılışı anlatmadığını bizlere göstermektedir. Burada Bakara 30‘da halifenin kimliği, Sad suresinde halife kılınan Davud peygamber gibi açıkça belirtilmemesine rağmen, bir sonraki ayette Tanrı/Allah’ın, Adem’e isimleri, konuşmanın temeli olan kelimeleri öğrettiği ve bunları meleklerin bilemeyip Adem’in bildiği, onun için halifeliğe ehil olduğu anlatıldığından, halife yapılanın insan olduğu anlaşılmaktadır.

Tabii burada halife kılınan insanın kim olduğu belli değildir. Önceden de söylediğimiz gibi Adem veya Davud’un bir insan olarak Tanrı/Allah’ın yerine halife kılınamayacağına göre bunun cevabını başka ayetlerden buluyoruz. Rabbimiz geçmişte birçok kavimleri yok edip onların arkasından yenilerini getirdiğini, halifeler kıldığı ve gelecekte de dilediği taktirde toplumları yok edip onların yerine yenilerini getireceği; halife kılacağı yönündeki sözleri hatırlamakta fayda vardır. Kur’an bizlere; bizim bildiğimiz insan türünden başka varlıkların daha evvel yeryüzüne hakim oldukları, o dönemde insan denen ve kan döküp fesat çıkaran varlıkların da bilgilendirilmemiş halde mevcut oldukları, Yüce Rabb’in hakim olanları ortadan kaldırmasından sonra onların arkasından kan döküp fesat çıkaran insanoğlunun yeryüzüne halife kılındığı, daha sonra da bu kan döküp fesat çıkaranların Rabb’in lütfu ile bilgilendirilmeleri sayesinde yani kendilerine ruh üflenmesi (vahiy gönderilmesi) sayesinde erdemli bir konuma geldikleri anlaşılmaktadır. Fakat insanoğlunun kimlerin ya da nelerin halefleri olduğu ya da insanoğlunun seleflerinin kimler ya da neler olduğu bu mesajlarda anlaşılamamaktadır. Öte yandan ileri zamanlardaki araştırmalar belki bu varlıklarında ne tür yaratıklar olduğunu ortaya koyacak ve Rabb ilmimizi arttıracaktır.

Bu yüzden biz bunu yönetici anlamında ele alacak olursak bu Ulü’l-emr olacaktır. Rabb, kamu görevlerine getirilecek kişilerde şunların aranması gerektiğini bildirmiştir. 

Nisa 58; Şüphesiz Allah, size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Şüphesiz Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah, en iyi işiten, en iyi görendir.

Bu ayete göre kamu görevine getirilecek kimseler ehliyet sahibi kimseler olmalıdır. Zira Ulü’l-emr, kamu görevinin en üst makamıdır bu yüzden seçilecek kimseler yapılacak istişare sonucu seçilip atanmalıdır. Dolayısıyla yöneticilerin Kureyş ve Ehl-i Beyt‘ten olacağı gibi sözde uydurma bir hadisler kesinlikle Kur’an’dan onay almadığı gibi aynı orantıda İslam’a da uymayacaktır. Kur’an’da ehliyet sahibi olmanın ne gibi gereklilikleri beraberinde getirdiğine bakalım;

Bakara 24; “Peygamberleri de onlara, “Şüphesiz Allah, size hükümdar olarak Tâlût’u gönderdi” demişti. İsrâîloğulları, “O, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur, oysa hükümdar olmaya biz ondan daha çok hak sahibiyiz, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir” dediler. Peygamberleri, “Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve onu bilgi ve vücut bakımından fazlalıklı kılmıştır” dedi. Allah da, mülkünü dilediği kimseye verir. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir.” 

Nuh 21-24; “Nûh: “Rabbim! Şüphesiz toplumum bana isyan etti. Malı ve evladı kendisine zarardan başka bir şey vermeyen kimseye uydular. Ve onlar büyük tuzaklar kurdular. Ve ‘Sakın ilâhlarınızı bırakmayın. Ve sakın Vedd, Suvâ, Yagûs, Yeûk ve Nesr’i bırakmayın’ dediler. Kesinlikle birçoklarını da saptırdılar. Sen de o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlara sadece sapıklığı arttır” dedi.” 

Kalem 1-4; “Nûn/50. Kalem’i ve onların satır satır yazıp söylediklerini/efsaneleştirdiklerini kanıt gösteriyorum ki;  Sen Rabbinin nimeti sayesinde, mecnun [gizli güçlerce desteklenen/deli bir kişi] değilsin. Ve kesinlikle senin için minnete bulaşmamış çok mal var. Ve kesinlikle sen, çok büyük bir ahlâk üzerindesin.” 

Tanrı/Allah bize açıkça diyor ki; kamu görevleri gibi siyasi konularda kişilerde; sağlık, bedenen kusursuzluk, heybetlilik, saygınlık, akıl-zeka yönünden sağlıklı olma, minnetsiz, lekesiz geçim kaynağına ve yüce bir ahlaka sahip olma, birey olma bilincine ulaşmış kendini tanımış kısacası ilmen ve cismen belirli bir yetkinliğe ulaşmış kimseler dikkate alınacak bunun haricinde; zenginlik, mal, mülk, para ve evlat çokluğu gibi etkenler dikkate alınmayacaktır. Kalem suresi bize Muhammed’in neden peygamber olarak seçildiğini açıkça anlatmaktadır. Resulullah, toplumda saygı gören, yüce ve temiz bir ahlaka sahip, akıl ve zeka yönünde sağlıklı, minnetsiz-temiz bir servet sahibi olması nedeniyle elçiliğe layık görülmüştür Rabb tarafından. Sad suresi bizlere Davud peygamberin yönetici yapılışını da aynı örneklikte sunulmaktadır. Davud peygamber için şu nitelikler yer alır kitabımızda; Tanrı/Allah’ın çok sabırlı kulumuz diye onurlandırdığı, çok güçlü, evvab (sürekli Tanrı/Allah’a yönelen), dağlarda bile Tanrı/Allah’ı kötü niteliklerden arındıran, yaratıklar üzerinde iyi gözlemler yaparak Rabbinin yüceliğini kavramış, mülkü güçlendirilmiş, kendisine hikmet (yasalar) ve fasl-ı hıtab verilmiş bir kişidir. İman ve salihatı işlemede bilinçli, Tanrı/Allah’a secde eden (boyun eğen), Tanrı/Allah’ın koruması altında bulunan, Tanrı/Allah katında yakınlığı ve güzel bir yeri olan, demiri yumuşatma ve zırh yapma sanatının öğretildiği “Ne güzel kuldu o!” diyerek övülen ve Süleyman gibi bir evlat bağışlanan çok güzel bir kul. İşte Davud peygamber böyle nitelikli bir kimse olduğu için toplumu onu devlet başkanı seçmiştir. 

Sad 26; “Ey Dâvûd! Gerçekten Biz/biz seni bu yerde eski yöneticinin yerine yönetici yaptık. O hâlde insanlar arasında hak aracılığıyla, haksızlık ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla. Keyfe, arzuya uyma. O takdirde seni Allah’ın yolundan saptırır. Kesinlikle Allah yolundan sapanlar; hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır.

  • EHLİYET

Ehliyet kavramını maddeler halinde toparlarsak;

*Adil olmak (günlük yaşantısında fisk ve isyanın içinde olmamak, haramları işlememek, çirkin işler yapmamak, heva, heves ve şehvete düşkün olmamak, herkese eşit davranmak, kin gütmemek, kültür bilgi ve mevki farklılıklarından dolayı insanlara başka başka davranmamak)

*Akil (reşit) olmak; zihinsel açıdan kusurlu olmamak; deli, baygınlık geçirip duran, bunak vs. olmamak

*Alim olmak; atandığı görevin mahiyetine ve uygulamasına yönelik yeterli bilgi, beceri ve deneyim sahibi olmak (yasama meclisi üyesi ile belediye meclisi üyesinin tabi olacağı nitelikler doğal olarak farklı farklıdır)

*Temiz, minnetsiz kazanca sahip olmak

*Yüce bir ahlaka sahip olmak

*Özgür olmak; başkalarının kontrolünde ve etkisinde bulunan kimselerin, kölelerin, ağa marabalarının, şeyh müritlerinin, sendika uşaklarının ve beslemelerin seçme ve seçilme ehliyeti olamaz. Çünkü bunlar hakkaniyetle hareket edemez, sahiplerinin direktiflerini uygularlar

*Siyasi basirete sahip olmak, toplumun karşılaşabileceği tüm sıkıntıların çözümünde konuları öncelikleyebilme yetkisine sahip olmak

Ayrıca İslam, yönetimin irsen (soy) intikaline de izin vermemiştir.

Bakara 124; Ve hani Rabbi İbrâhîm’i, birtakım kelimeler/ yaralar, sıkıntılar ile sınamış, o da onları tam olarak yerine getirmişti. Rabbi, “Ben, seni insanlara önder yapanım” demişti. İbrâhîm, “Soyumdan da önderler yap!” dedi. Rabbi, “Benim ahdim/ tutulmak üzere verdiğim söz, kendi benliğine haksızlık eden kimselere ulaşmaz!” dedi.” 

Görüldüğü gibi kişi isterse peygamberin soyundan gelsin hiç fark etmez bu onun/onların yönetici olacakları anlamına asla gelmez. Nitekim tarihte bu soy-sop şeklinde başa geçmiş; Sümer, Mısır, Asur, Babil, Roma, Emevi, Abbasi, Eyyubi, Selçuklu ve de Osmanlı gibi devletlerin ehliyetsiz  yöneticiler yüzünden nasıl yok olup gittiklerini görmekteyiz. Buna göre Müslümanlar, ehliyetli kimseleri arar-tarar ve ehil kimseleri göreve getirirler veya ehil müslümanlar göreve talip olur ve yetkili kurumlarca atanırlar. Bu olguya da vekalet verme  veya bi’at etme  denir.

Kur’an’da Ulü’l-emr’in oluşturulmasıyla alakalı iki misal verilir;

Birincisi; Toplumun vekalet-velayet verip bi’at edeceği ehil kişileri bulup kapısını çalarak bu göreve atamasıdır. Bu aynı zamanda İsrailoğulları’nın Davud’u devlet başkanı yapmalarında görülebilir. 

Sad 21-16; “Ve sana şu davacıların haberi geldi mi? Hani onlar mihraba/Dâvûd’un özel evine çıkıp varmışlardı.

Dâvûd’un yanına girdiklerinde o, onlardan korkuvermişti. Ona, “Korkma! Biz, iki davacıyız. Kimimiz, kimimize haksızlık etti. Şimdi sen aramızda hak ile hüküm ver, haksızlık etme ve bizi doğru yolun ortasına yönelt” dediler. Birisi de dedi ki: “İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu var, benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, ‘Onu da bana ver’ dedi ve konuşmada bana üstün geldi/tartışmada beni yendi.”

Dâvûd dedi ki: “Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle o sana haksızlık etmiştir. Gerçekten de ortakların, bir toplulukta yaşayanların çoğu kesinlikle birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler haksızlık etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır!” Ve Dâvûd, Bizim kendisini birtakım sıkıntılarla imtihan ederek arı-duru hâle getirdiğimize/olgunlaştırdığımıza kesin kanaat getirdi ve anladı. Hemen Rabb’inden bağışlanma diledi, ortak koşmaktan uzak olarak yere kapandı ve döndü.

Biz de o’nun için bunu bağışladık/Biz de o’nu bağışladık. İşte böyle! Şüphesiz yanımızda o’nun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.

Ey Dâvûd! Gerçekten Biz/biz seni bu yerde eski yöneticinin yerine yönetici yaptık. O hâlde insanlar arasında hak aracılığıyla, haksızlık ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla. Keyfe, arzuya uyma. O takdirde seni Allah’ın yolundan saptırır. Kesinlikle Allah yolundan sapanlar; hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır.”

Dolayısıyla bu salat, kıble, hacc gibi görevlerin dışında her daim ehliyetli kimselerin yetiştirilmesi ve hazır bulundurulmaları bir kulluk görevi olup yeri geldiğinde de bu yetiştirilmiş kimseler arasından atamalar yapılarak kamu görevlendirilmeleri gerçekleştirilmiş olur.

İkincisi; Ehil, yeterliliği olan kimselerin göreve talip olmaları ve talipler arasından ehil seçmenlerin seçimiyle onlara görev verilmesidir. Bunun da örneği ise Yusuf peygamberin Firavun’dan görev istemesi misalinde görülür. 

Yusuf 54-56; “Ve hükümdar, “Onu bana getirin, onu kendim için atayayım” dedi. Sonra o’nunla konuşunca da, “Şüphesiz sen bugün yanımızda gerçekten önemli bir mevki sâhibisin, güvenilir birisin” dedi.

Yûsuf dedi ki: “Beni yeryüzünün hazineleri üzerine görevlendir. Şüphesiz ben, iyi koruyan, çok iyi bilenim.”

Ve işte Biz böylece Yûsuf için o yerde iktidar; ülke yönetimi verdik. Neresinde isterse orada konaklardı. Biz rahmetimizi dilediğimize nasip ederiz. Ve iyilik edenlerin ödülünü kaybetmeyiz.”

Kısacası ehil olanlar kamu görevlerine talip olmalı ve müslümanların da ehil olanları bulmadan kapıları çalmaları gerekmektedir. Ulü’l-emr her iki metodla da pek ala kurulabilir, bu bizlere bırakılmıştır. Önemli olan bu kimsenin kendilerinden yani bizden olması ve bu kimsenin ehil yani ehliyet sahibi bir kimse olması gerektiği değişmezidir. Nitekim Yesribliler de Mekke’de tebliğ görevi sürdüren Resulullah’ı tesbit etmişler ve Davud peygamber örneğinde olduğu gibi, gelip kapısını çalarak kendilerine idareci olmalarını istemişlerdir. Muhammed peygamber de bu davet üzerine Yesrib’e (Medine) hicret etmiş ve orada İslam’ın ilkeleri doğrultusunda bir yönetim şekli oluşturmuştur.

Ulü’l-emr’in (Şura Meclisi’nin) kaç üyeden oluşacağı, üyelerin görev süreleri müslümanların kendi aralarında istişare ile belirleyebileceği bir meseldir. Yani bu bizlere bırakılmıştır. Geçmişte atalar, Resulullah sonrasında halife seçimlerini baz alarak üye sayısını belirlemeye çalışmışsa da o günkü halife seçimleri zaten İslami çerçevede yapılmadığından bu yola da başvurmak hatalı olacaktır.

  • VEKALET

Vekalet; Günlük hayatımızda; bir kimsenin, işini görmesi için bir başkasını kendi yerine bırakması veya bir başka kişiye yetki vermesidir. Vekil ise; bir kimsenin, işini görmesi için kendi yerine bıraktığı ya da yetki verdiği kişidir. Vekil ve Tevekkül sözcükleri, hem sözcük hem de terim olarak İslam dininde önem teşkil eder. Bu sözcüklerin sosyal alandaki kullanımları ile Kur’an’da bir benzerlik yer almamaktadır. Nitekim sosyal yaşantımızda bir avukata, bir siyasisi temsilciye ve de yürütme meclisindeki bir bakana’a da vekil denmesine karşılık, Kur’an’da vekil sözcüğü, Tanrı/Allah’ın esmalarından/sıfatlarından biri olarak geçmekte ve sadece Kendisinin vekil tutulmasını, inananların sadece Kendisine tevekkül etmesini istemektedir. Esasen vekilcanlı cansız tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan demektir. Bu anlamla tek gerçek vekil Tanrı/Allah‘tır. Nitekim birçok ayette Tanrı/Allah elçisine, “Sen onlara vekil değilsin” demiş, peygambere de, “Ben size vekil değilim” demesini emretmiştir

En’am 66; “Senin toplumun ise, azap/ Kur’ân/ âyetlerin iyice açıklanması, hak olmasına rağmen onu yalanladı. De ki: “Ben sizin üzerinize, işleri belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” biri değilim.” 

En’am 102; İşte Rabb’iniz Allah! O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin oluşturucusudur. Öyleyse, O’na kulluk edin. O, herşey üzerine belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayandır.” 

En’am 106-107; Sen Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Rabb’inden sana vahyedilene uy. Ortak koşanlardan da yüz çevir. Ve eğer Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz, seni onlar üzerine bir bekçi yapmadık, sen onlar üzerine işleri belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan biri de değilsin!

Rabbimiz adeta üst üste vekilin sadece Kendisi olduğunu vurgulamaktadır. İleri okumalar; Hud 12, İsra 2-3, Âl-i Imran 173, Yunus 108, Yusuf 66, Kasas 28, Zümer 41-62, Şûra 6, Nisa 81-109-132-171, İsra 54-65-68, Furkan 43, Ahzab 3-48, Müzzemmil 9.

Vekil sözcüğü gibi aynı kök olan v-k-l‘den türeyen tevekkül sözcüğü; kişinin, âcizliğini ortaya koyarak ‘Vekil’ olan Tanrı/Allah’ı kendisine vekil tutması, yani inanç olarak varlığını ve varlığının devamını rızk, terbiye ve koruma bakımından Tanrı/Allah’a bırakması, her türlü sonucun kendisi için en iyisi olacağını kabullenmesi ve sonuca razı olması” demektir. Diğer bir ifadeyle tevekkül; kişinin, azimden (her türlü hazırlığı yapıp kesin karar verdikten) sonra sonucu Vekil‘e (varlığı ayakta tutan, sürdüren, koruyan ve rızk veren Tanrı/Allah’a) bırakmasıdır. Tevekkül sözcüğü, geleneksel anlamda kadercilik ile bağdaştırılmasına rağmen kesinlikle kadercilik gibi şeytani bir olguyu ifade etmez. Bir iman yansıması olan tevekkül, insanın her türlü hazırlığı yaptıktan sonra, artık elinden daha fazlasını gelemediği anda sonucu Tanrı/Allah’a bırakmasıdır.

Müslümanlar kendi belirleyecekleri üyelerden oluşan Şura Meclisi‘nde; kendilerini refaha kavuşturacak, bekasını ve istikbalini düzene koyacak, yapacağı yasalar ile uygulamalar ve denetlemeler yapacağı kimseleri kendi adlarına hareket etmesi yönünde yetkilendireceklerdir. Vekaletin meşruluğu bizlere Kehf 19‘da verilir; “Şimdi siz birinizi, bu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size yiyecek getirsin. Ve çok nazik davransın ve sizi kimseye sezdirmesin”  ifadeleri ile anlaşılabilir.

  • VELAYET

Velayet; sözcüğü; arada birşey bulunmadan bitişiklik, yakın olma, yan yana olma ve yaklaşma demektir. Niyet, zaman, din gibi faktörlere bağlı olmadan arkadaşlıklarda veya yardımlarda tam bir yakınlığı ifade eder.

Veli; sözcüğü bir tekil sözcük olarak çoğulu evliyadır. Bu iki sözcük günümüzde ve geçmişte yozlaştırılmışsa da, Kur’an’da tamamen kendi öz anlamlarında kullanılmıştır. Bu dil bozgunculuğuna özellikle mistik ve hiyerarşik anlamda öncülük eden tasavvuf literatürü veli ve evliya kavramlarını kendi sapkın inançları doğrultusunda değiştirmiştir. Hem Tanrı/Allah hem de kullar için kullanılmış olan veli sözcüğü ayetlerde hep nasir/yardımcı, mürşid/aydınlatan – yol gösteren, şefi/şefaat eden, vaq/koruyucu, hamid/öven – yücelten sıfatları ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır nitelemeleri ile birlikte yer almıştır. Bu da demektir ki veliliğin (yakınlığın) bu sıfatlar ve nitelikler ile yakın bir ilişkisi bulunmaktadır. Dolayısıyla bu nitelik ve sıfatlar, yakın olanın yani velinin belirgin özellikleridir. Buna göre her nerede veli sıfatı kullanılmışsa, o kimsenin yardım eden, yol gösteren, şefaat eden, aydınlatan ve koruyan bir kimse olduğu anlaşılmalıdır. Bakara 107-120, Nisa 45-123-173, En’am 14-51-70, Ra’d 37, Kehf 17-26, Şura 28- 46, A’raf 196 ve Yusuf 101 ayetlerinde de anlayabiliriz.

Velayet sözcüğü zaman içerisinde toplumsal ve hukuki bir kavram haline gelmiştir. Hukuk alanında; Reşit bir şahsın, şahsi ve mali işlerini gözetip yürütme hususunda kasır (becerisi ve yeteneği olmayan, eksikli) olan bir şahsın yerini tutması iken mana olarak sözcüğün öz anlamından uzaklaşmıştır. Kısacası Ulü’l-emr aynı zamanda müslümanın velisi (yardım edeni, yol göstereni, aydınlatanı ve koruyanı) olmaktadır. Bu vekalete ve velayete haiz olan kimseler Kur’an’da birçok kez ifade edilmiştir. 

Al-i İmran 28; Mü’minler, kendilerinden seviyesiz, kâfirleri; Allah’ın ilâhlığını, Rabb’liğini bilerek reddeden kimseleri yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmesinler/yönetici yapmasınlar, yaşamlarını onların ellerine teslim etmesinler. Artık onu her kim yaparsa, Allah’tan hiçbir şeyi yoktur. Ancak onlardan bir korunma/takıyye yaparak korunmanız başkadır. Allah sizi Kendisinden sakındırıyor. Ve oluş/varış yalnızca Allah’adır.” 

Nisa 144; “Ey iman etmiş kimseler! Kendinizden seviyece düşük olan, kâfirleri; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseleri yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyin/yönetici yapmayın. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık bir kanıt vermek mi istiyorsunuz?” 

Mücadele 14; “Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu yardımcı, koruyucu; yönetici yapanları görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Ve onlar bilerek yalan yere yemin ediyorlar.” 

Mümtehıne 1-3; Ey iman etmiş kimseler! Eğer Benim yolumda çaba harcamak ve Benim rızamı kazanmak için çıktınızsa, size haktan gelen şeyleri bilerek reddettikleri /inanmadıkları hâlde, onlara sevgi ulaştırarak/onlara sevgiyi gizleyerek Bana düşman olanları ve kendinizin düşmanını yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyin/onları yönetici yapmayın. Onlar, Rabb’iniz Allah’a inandığınızdan dolayı Elçi’yi ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Oysa Ben, sizin gizlediğiniz şeyleri ve açığa vurduğunuz şeyleri en iyi bilenim. Ve sizden kim bunu yaparsa artık o, kesinlikle yolun ta ortasından sapmıştır.

Eğer onlar sizi ele geçirirlerse, sizin için düşman olacaklardır, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatacaklardır. Ve onlar, “Keşke küfretseniz; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederseniz/ inanmasanız” diye arzu etmektedirler.

Kıyâmet günü akrabalarınız ve çocuklarınız size asla yarar sağlamazlar. Allah aranızı ayırır. Ve Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir.

Ve Mümtehine 7-9-13, Maide 51, Al-i İmran 118. 

Demek ki müslümanlar velayetlerini kesinlikle müşriklere, kafirlere, Yahudi ve Hristiyanlara veremezler/teslim edemezler. Bu, bağımsızlığın, özgürlüğün ve varlığını sürdürebilmenin altın kuralıdır adetaBir Müslüman erkek bir Yahudi veya Hristiyan bir kadınla evlenebilir ve o kadın çocuklarının anası da olabilir fakat velisi olamaz. Tevbe 71‘de bizlere, “İnanan erkekler ve inanan kadınlar, bunların bazısı bazılarının velisi; koruyucu, yol gösterici yakınlarıdırlar” demektedir.

İleri okuma; Enfal 72-73, Maide 51-57-80-82, Al-i İmran 28, Tevbe 23, Mümtehıne 1-2-8-9, Nisa 89-144. 

Kısacası, idari açıdan muhtardan, Cumhurbaşkanına, askeri açıdan onbaşıdan – generale vekalet verilecek kimselerde bu nitelikler aranmalı ve ona göre seçilmelidir.

  • Bİ’AT

Bi’at sözcüğü itaat, itaatleşme anlamına gelmekte iken, bir konuda ölümü pahasına itaat etmeye, sadık kalmaya dair sözleşme şeklinde terimleşmiş bir sözcüktür. Müslümanların Resulullah ile bi’atleşmelerini Kur’an’daki ayetlerden öğrenebiliriz. 

Fetih 10; Şüphesiz sana bağlılık yemini eden şu kimseler, gerçekte Allah’a bağlılık yemini etmektedirler. Allah’ın gücü; nimetleri, yardımları onların güçlerinin; yardımlarının, hizmetlerinin üzerindedir. O nedenle kim sözünden dönerse, artık sadece kendisi aleyhine olmak üzere dönmüştür. Kim de Allah’a verdiği söze vefa gösterirse, Allah ona hemen büyük bir ödül verecektir.” 

Fetih 18-19; Andolsun o ağacın altında sana bağlılık yemini ederlerken Allah, mü’minlerden razı olmuştur. İşte kalplerinde olanı bilmiş, onlara kalbi teskin eden, güven ve yatışma duygusu/ moral indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ve alacakları birçok ganimetler ile ödüllendirmiştir. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.” 

Mümtehine 12; “Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri, herkesçe kabul gören/vahye uygun hususlarda sana isyan etmemeleri üzerine bağlılık yemini ederek gelirlerse, hemen onların bağlılık yeminlerini al ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 

Bu ayette geçen ma’rufta (herkesçe kabul gören vahye uygun hususlarda) ifadesi dikkat çekicidir zira bu, bi’at’ın bizlere ma’ruf ölçüsünde olduğunu bildirmektedir. Dolayısıyla, ma’ruf olmayan her ne olursa olsun peygambere dahi bi’at edilmez. Peygamberlere dahi bi’at ma’ruf ölçüsündedir. Rabbimiz birçok ayetinde elçisi Muhammed peygamberi muhatap alarak; hevasına uyan, Tanrı/Allah’ın zikrinden gafil, kafir, münafık olan, ahireti yalanlayan, çok yemin eden, aşağılık, alaycı, gammaz; arkadan çekiştiren, ara bozucu, kovuculuk için gezip duran, mal ve oğulları var diye hayrı engelleyen, saldırgan, günaha batmış, kaba/obur, sonra da kötülükle damgalı olan, günahkar ve nankör kimselere itaati yasaklamıştır.

Şu’ara 141-159; “Semûd, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.

Hani kardeşleri Sâlih, onlara demişti ki: “Allah’ın koruması altına girmez misiniz? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Ben sizden hiçbir ücret istemiyorum da. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Siz burada; bahçelerde, pınarlarda ve ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak mısınız? Ve siz, dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın koruması altına girin ve benim dediklerimi yapın. Ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp ıslah etmeyen o aşırı giden kimselerin emrine uymayın.”

Onlar dediler ki: “Sen, kesinlikle büyülenmişlerdensin! Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir alâmet/gösterge getir.”

Sâlih: “İşte bu Destek Kurumu’dur, onun yaşaması için desteklenmesi gerekir; kazancınızın bir bölümü onun için ayrılmalıdır. Onu ayakta tutun. Yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalayıverir” dedi.

Buna rağmen onlar Destek Kurumu’nu, gelir kaynaklarını kurutarak yok ettiler de pişman olanlar olarak sabahladılar.

Bunun üzerine onları azap yakalayıverdi. Doğrusu bunda, büyük bir ders vardır, ama onların çoğu iman etmediler.

Ve Şüphesiz ki Rabb’in, kesinlikle en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, engin merhametlinin ta kendisidir.”

Çağımızda siyasi vekalet, velayet ve bi’at işeri, sandıklarda herkesin oy kullanmaları ile belirleniyor ve buna da demokrasi deniyor bilindiği üzere. Sonuç olarak bu kadar saydığımız ve aramamız gereken niteliklerin kaçta kaçı aranıyor ve dikkate alınıyor bilinmez, biliniyor da biz laf olsun diye öyle diyelim. Öyle ya da böyle eğer ki devletin sağlıklı bir şekilde çalışması ve halkın, toplumun refah ve yaşam kalitesinin yüksek bir düzeyde olması isteniyorsa Rabbimizin bize söylediği bu nitelikleri kendi varoluşumuz için dikkate almalı ve pratiğe koymalıyız. Ayrıca bahis edilen bu Ulü’l-emr üyelerininde birer kamu görevlileri/memurları olduğu unutulmamalı ve herhangi bir kutsiyet de atfedilmemesi gerektiği unutulmamalıdır. Bu üyeler ma’ruf ölçüsünden (İslam ilkelerinden) saptıkları anda da pek ala görevden alınıp, sorgulanmalıdır da. Ulü’l-emr’i sosyal bünyenin beyni olarak benzetebiliriz. Bu sebeple Ulü’l-emr, İslami hükümler çerçevesinde toplum için bağlayıcı kaideler, kurallar, kanunlar yapar-günceller ve kamu için gerekli kurumları, organları oluşturur, denetler.

  • ULÜ’L-EMR/ŞURA MECLİSİ ÜYELERİNİN BELİRLENMESİ

Seçmen ve seçim; Müslümanların devletinde en alt birimden en üst birime kadar tüm organların oluşturulması ve kurumların icraatları şura; istişare kuralına dayanır. İstişare edecek kimseler burada seçmenlerdir. İslami ilkeler doğrultusunda Nisa 59′a göre seçmenlerin de yine halk arasında ehil olanların seçmenliğe seçimi söz konusudur. Burada önemli olan seçme ve seçilme hakkı doğal bir hak değil aksine “hak edilecek bir haktır“. Yani bu bir görev olarak, ehliyet (adil, alim, akil, hür, siyasi, basiret sahibi)şartı aranacaktır. Yani marifet hiçbir zaman oy kullanabilmek veya oy kullanabilecek hakka haiz olmak değil bunu doğru dürüst bir şekilde yerine getirebilmektir. Fakat gelin görün ki demokrasi denilen sözde halkın egemenliği, halkın seçimi, adalet vs. gibi açılımları olan bu seçim ve yönetim şekli ile yönetimler adeta bir çocuk oyuncağına dönüşmüştür. Rabb bizleri bu konularda defalarca uyarmaktadır aksi halde cehaletin getirdiği kıyamet olan demokratik seçimler bizlerin kıyametini koparıp, yıkıma uğratacaktır.

Zümer 9; “De ki; “Hiç bilen kimseler ve bilmeyen kimseler eşit olur mu? Kesinlikle sadece temiz akıl sahibi olanlar öğüt alırlar/gereği gibi düşünürler.” Evet, bilenle bilmeyen tarihin hiçbir çeyreğinde bir olmadığı gibi çoğunlukta hiçbir zaman haklı olan taraf olmamıştır. Bu yüzden İslam, demokrasi gibi çoğunluğa değil, ehil sahibi olan ehliyetli kimseleri tanır, söz hakkı verir.

Ra’d 17; Allah, gökten bir su indirdi de vadiler, kendi ölçüsünde sel olup aktılar. Sonra da sel, suyun yüzüne çıkan bir köpük yüklendi. Bir zînet eşyası veya bir yarar sağlamak için, ateşte erittiklerinin üzerinde de benzeri bir köpük vardır. –Allah, hak ve bâtılı böyle örnekler.– Sonra köpük atılır gider, insanlara yararı olan ise yerde kalır. İşte Allah, örnekleri böyle verir.” 

İslam için nicelik değil, nitelik önem arz eder.

İnsanların çoğunluğunun İslami açıdan; niteliksiz, şehvetperest, mal tutkunu, cahil, nankör, zalim, inançsız dolayısıyla Cehennemlik olduğu; Hıcr 40, Sad 83, A’raf 17-102-187, Furkan 44-50, Enfal 73, Yunus 55-60, Yusuf 21-38-40-68-103-106, Nahl 38-75-83-101, Enbiya 24, Mü’minun 70, Şu’ara 8-67-103-121-139-158-174-190-223, Neml 61-73, Kasas 13-57, Ankebut 63, Rum 6-30-42, Lokman 25, Sebe 28-36-41, Ya’sin 7, Zümer 29-49,Fussilet 4, Duhan 39, Hucurat 4, Tur 47, Bakara 100-243, Hud 17, Ra’d 1, Saffat 71, Mü’min 57-59-61, Casiye 26, Maide 59-103, Zuhruf 78, Al-i İmran 110, En’am 37-11‘de açıkça ve defalarca bildirilmiştir. Dolayısıyla çoğunluğa uymak her zaman felaketi beraberinde getirmiştir.

En’am 115-116; ” Ve Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek biri yoktur. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir. Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece “zann”a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar.”

  • PARTİCİLİK (TEFRİKAYA DÜŞME)

Particilik, toplumlarda ancak öteciliği doğurduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz. İslam dini, Müslümanların her zaman tek vücut olmalarını, sosyal sınıfların, ırk ve renk farklılıklarının üstüne kurulu partileşmelerin sadece felaket getireceği konusunda bizleri uyarır. Partili seçimlerde halka en ehil olanın seçme özgürlüğü verilmez, bahsi geçen partinin başkanının belirlediği kişi halka zoraki seçtirilir (yani adaylık). İnsanların tefrikaya düşerek ayrılmamalarıyla alakalı Kur’an’da Şura 13‘de “…dini hayata geçirin ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” Al-i İmran 103, “Ve hep birlikte Allah’ın ipine sıkıca sarılın. Allah’ın ipi ile korunun ayrılmayın ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz, birbirinize düşmanlar idiniz de, Allah, kalpleriniz arasında ülfet oluşturdu.Sonra da siz, O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah, kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız diye alâmetlerini/göstergelerini sizin için böyle ortaya koyar.” Yine Mü’minun suresinde; “Her grup kendinde bulunan ile sevinip böbürlenmektedir.” Rum 30-32 keza “Dinlerini parça parça bölmüş ayrılıkçı gruplara ayrılmış kimselerdenden de olmayın. Her ayrılıkçı grup kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.” En’am 159, “Şüphesiz dinlerini parça parça edip grup grup olan şu kimseler, sen hiçbir şekil ve davranışta onlardan değilsin. Şüphesiz onların işi Allah’adır sonrada Allah onlara yapmakta oldukları şeyleri haber verecektir.” Sonuç olarak açıkça Tanrı/Allah, Müslümanların tefrikaya düşmemelerini şayet düştükler vakit herkesin kendi değerini en üstte tutmasından mütevellit sonu sadece zarar olacak bir yarışın içerisinde kaybolacaklarını bizlere vurgulamaktadır.

Fakat bir takım kalpazan (sahtekar) Müslümanlar, peygamberin sözde “ümmetimin ihtilafa düşmesi rahmettir” diyerek sanki Kur’an’ı ilk elden bilen ve pratiğe alan Muhammed peygamberin zerre Kur’an hakkında bilgisi yokmuşçasına böyle bir hadisi/sözü Müslümanlar arasında yayarak Tanrı/Allah’ın emrine büsbütün karşı gelmişlerdir. İşte asırlardır bu gibi kalpazan Müslümanlar sayesinde ortaya çıkan tefrika sonucu İslam, kendi içerisinde bitmek bilmeyen bir takım; Mezhep, Meşrep, Cemaat, Tarikat, Parti, Sendika (Sendikaların genel amacı bir hak arayışı olmasına karşın sendikalarında kendi içlerinde ihtilafa düşmeleri yani birbirlerini ötekileştirmeleri ne yazık ki farksız şekilde Kur’an’a aykırıdır. Bunun neticesinde bir sendikanın genel olarak bütün ayrışmış sendikalar adına yürütülmesi, veya belirli bir sendika adı altında alt kademelere ayrışarak bir bütün içerisinde kendi sorunları dile getirebilmeleri çok daha iyi çok daha güçlü ve en nihayetinde Kur’an’a uygun olan olacaktır), Grup vb. güruhlar türemiş ve insanlar Kur’an’ı değil bir takım mezhep imamlarını takip ederek kandırılmış ve hem dünyalarını hem de ahiretlerini mahvetmişlerdir. Tabii burada bütün suç kalpazan Müslümanlar da değil aynı zamanda bilgilerinde hiç şüphe etmeyen ve asıl kaynak olan Kur’an’ı bir kere açmayan bunun sonucunda da tefekküre gitmeyen Müslümanlar/insanlardadır. Çünkü bahsi geçen bu grupların beslendikleri tek bir mefhum vardır, o da cahiller. Günümüzdeki İslamafobi‘nin gelişmesi bir takım bağnaz ve cahil Müslümanların eseridir.

Ötekileştirmeye düşmeden bu meclis/ulus kendi içlerindeki sosyo-ekonomik durumlara göre toplumu yaptıkları iş neticesinde bir basamaklara ayırır ise bu bize temelde bir, fakat iş bölümünde herkesin belli bir yeri olan sistemin oluşmasına imkan tanıyacaktır.

Şura 13; “Allah, dinden Nuh’a yükümlülük olarak ulaştırdığı şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya yükümlülük olarak ulaştırdığımız şeyi yaşam yolu yaptı: “Dini hayata geçirin, ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, ortak koşan kimselere ağır geldi. Allah, dilediğini kendine seçer ve kalpten yöneleni de o davet edilene kılavuzlar.”

Al-i İmran 103; “Ve hep birlikte Allah’ın ipine sıkıca sarılın/Allah’ın ipi ile korunun, ayrılmayın ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz, birbirinize düşmanlar idiniz de, Allah, kalpleriniz arasında ülfet oluşturdu. Sonra da siz, O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah, kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız diye alâmetlerini/ göstergelerini sizin için böyle ortaya koyar.”

Mü’minun 52-53; “Ve işte bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O hâlde Benim korumam altına girin. Sonra insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup, kendinde bulunan ile sevinip böbürlenmektedir.

Rum 30-32;O hâlde sen yüzünü, eski inançlarını terk eden biri olarak dine, insanları üzerine ilk olarak yoktan yaratmış olduğu Allah’ın fıtratına doğrult. Allah’ın oluşturuşunda değişiklik söz konusu değildir. Dosdoğru/ ayakta tutan din, budur. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. Kalben O’na yönelenler olarak, Allah’ın koruması altına girin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun-ayakta tutun], ortak koşanlardan; dinlerini parça parça bölmüş, ayrılıkçı gruplara ayrılmış kimselerden de olmayın. –Her ayrılıkçı grup kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.–

En’am 159; “Şüphesiz dinlerini parça parça edip grup grup olan şu kimseler; sen hiçbir şekil ve davranışça onlardan değilsin. Şüphesiz onların işi Allah’adır. Sonra Allah, onlara yapmakta oldukları şeyleri haber verecektir.”

Leave a comment