KUR’AN’A GÖRE MÜSLÜMANLARIN DEVLETİ NASIL OLUŞTURULMALIDIR?

  • İSLAM DEVLETİ DEĞİL MÜSLÜMANLARIN DEVLETİ OLUR
  • İNSANIN TOPLUMDAKİ YERİ

Sosyal bir varlık olarak insan doğası gereği yalnız başına varlığını sürdüremez. Bundandır ki istese de istemese de diğer insanlara ihtiyaç duyar. Tanrı/Allah, toplumlar içerisinde her bir insana farklı farklı beceri ve yetenekler vererek aralarındaki farklı iş bölümleri ile birlikte yaşamasını da öğütlemiştir. Kadın ve erkeği de birbirlerine fazlalıklı kılmıştır. Yani kadın çocuk doğurma, bebeğini emzirme gibi meziyetlere sahip iken erkek kas gücü ve zorlu koşullara daha dayanıklı kılınmıştır. Böylece kadın da erkek de birbirlerine karşı bir takım eksikliklere ve fazlalıklara sahiptir yani birbirlerini tamamlar. (söylemeden geçemeyeceğim; Günümüzde gördüğümüz yok kimi erkek artık hamile kalıyor yok kimi erkeğin memesinden süt geliyor veya yok kimi kadın erkekten daha kaslı yok kimisi daha dayanıklı vesaire. Kimi kadınlarda kendi kendini dahi dölleyip çocuk doğurabiliyor ona bakılırsa, geçmişte bunun örnekleri mevcut yani biyolojik bir anomali olarak çift cinsiyetlilik veya kimi erkeklerde rahimin gelişmesi veyahut kimi kadınların sperm hücreleri üretmesi vesaire yani çok şey var. Bunları söyledim çünkü, kadın ve erkeğin bu fazlalıklı kılınıp, birbirlerini tamamlamalarına eğer ki bu gibi argümanlar ile gelinecekse şu bilinsin ki; Bu anomalilerin hepsinin anne ve babadan bebeğe geçen dna ve rna özelliklerinin bahsi geçen kişilerinin beslenmesinden yaşadıkları çevreye kadar hepsinin etkisi ile gerçekleşen mefhumlardır. Yani bunlar artık kadın ile erkeğin bu fazlalıklı kılınma hadisesini geçersiz kılamayacağı gibi asıl bakmamız gereken nokta insanların bu yüzyılda genler üzerinde ne kadar değiştirme ve anomalilere gebe kaldığı gerçeğidir. Bütün bu anomalilerin sebebi yine insanların elleriyle yaptıklarıdır. Günümüzde bu gibi kadın ile erkeğin rollerindeki değişikliğin aslında bizlere bu doğal ve olağan sürece ne kadar zarar verip başkalaştırdığımızın acı bir gerçeğidir) Dolayısıyla bu zanaat bölüşmeleri ile insanlar birbirleri arasında çeşitli düzeylerde ilişkiler kurabilmektelerdir. Bu da bizlere sosyal yaşamı/sosyalleşmeyi doğurur. Fakat burada bir sorun teşkil eder ki o da bahsi geçen bu alma-verme sürecinin adil bir mizanda olup olmamasıdır. Aksi takdirde barış ve huzur bu sosyalleşme içerisinde asla yer bulamayacaktır. 

  • DEVLET NEDEN GEREKLİDİR?

Bahsettiğimiz adil bir düzenin sağlanabilmesi için herkesin tartışmasız olarak kabul edip, itaat edeceği bir otoriteye ihtiyaç olacaktır. Toplumlardaki görev bölümlerinin sağlıklı yönetilmesi için merkezi bir otorite/yöneticiye ihtiyaç duyacaktır, işte buna da devlet diyoruz. 

Antik Yunan filozoflarından Platon (solda) devlet hakkında; “İnsanın tek başına kendi kendisine yetmemesi, ihtiyaçlarını karşılamak üzere meydana getirdiği bir topluluk” demiştir. Yine Aristo (sağda) ise, “Kendi kendisine yetmek iddiasında olan ve yaşayabilmek için ihtiyacı bulunan her şeyi genellikle kendisi sağlayabilen bir vatandaşlar topluluğu”. 16. Yüzyılı İtalyan bir diplomat olan Machiavelli (ortada) ise “Örgütlenmiş bir kuvvet olarak kendi bölgesinde üstün ve diğer devletlerle bağlantısında bilinçli bir büyüme siyaseti izleyen bir kurum” olarak tanımlamıştır.

Şöyle diyebiliriz, devletmanevi kişiliği ve belirli bir anayasal düzeni olan egemenlik sahibi, sınırları belli bir ülkeye sahip, bir hükümete ve ortak kanunlara bağlı teşkilatlı millet veya milletler topluluğunu meydana getiren siyasi teşekküldür. Bu özet tanım sonrası devlet sözcüğünü etimolojik olarak açıklayarak devam edelim; Arapça bir sözcük olarak dûlet‘ ten gelen ve has Arapça olan bedevinin dilinde dolaşmak, dönüp durmak, sıkıntılı bir halden kurtulup rahata; huzura, genişliğe, bolluğa kavuşturma, refah anlamlarına gelir. Sözcüğün kökü d-v-l‘dir. Yine dilimizdeki tedavül (dolanım, geçerlilik, ekonomi) de bu sözcüğün türevlerindendir. Sözcüğün Kur’an’da yer aldığı ayetler Al-i İmran 140-141 ve Haşr 7-8‘dir.

Al’i İmran 140-141; “Eğer size bir yara değmişse, o topluma da benzeri bir yara dokunmuştu. Ve işte o günler; Biz onları, Allah’ın sizden iman eden kimseleri bildirmesi/ işaretleyip göstermesi ve sizden şâhitler edinmesi, Allah’ın iman eden kimseleri arındırması, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını, rabbliğini bilerek reddedenleri de mahvetmesi için insanlar arasında döndürür dururuz. Ve Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları sevmez.”

Haşr 7-8; “Allah’ın, o kent halkından, Elçisi’ne verdiği fey’ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında devlet; gücün getirdiği refah olmasın diye Allah’a, Elçi’ye, yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere –ki onlar, Allah’ın armağan ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah’a ve Elçisi’ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah’ın koruması altına da girin. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır.”

Emevilerin yıkılmasına sebep olan ve Abbasilerin ilk halifesi olan Ebü’l-Abbas Seffah. “Seffah” bir lakap olarak Arapça’da “kan dökücü” anlamına gelir.

Bahsi geçen otoritenin devlet olarak adlandırılmasının sebebi; iktidarın, elden ele, aileden aileye, partiden partiye dolaşıp durması ve iktidar sahiplerini veya yönetilenleri sıkıntıdan kurtarıp rahata kavuşturması olarak etimolojik açıdan değerlendirilmesi sonrası anlayabiliriz. Bildiğimiz üzere tarihi belgeler incelendiğinde gerekse Muhammed peygamber gerekse halifeler gerekse Emeviler dönemlerinde yönetime devlet denmediğine rastlıyoruz. Yönetimin bu şekilde adlandırılması Abbasiler döneminde ortaya çıkıyor. Bununda sebebi için şöyle bir çıkarım yapabiliriz; Daha öncesinde, Emeviler hakimiyetinde iken çektikleri sıkıntılar sonucu yönetimi ele alan Abbasiler ile rahata, refaha kavuşmaları olarak söyleyebiliriz. Bu kullanım Arap kültüründen bu yana devamlılığını sürdürmektedir.

Bilindiği üzere Abbasiler sadece Emevilerin despot yönetimini sonlandırmakla kalmamış aynı zaman da İslam’a rönesans‘ı da yaşatmışlardır. Gerekse optik biliminin babası sayılan İbn-i Heysem, gerekse kimya biliminin babası sayılan Cabir bin Hayyan ve Harun Reşid halifeliği ile Abbasi’lerin en parlak dönemi olarak, ihtişamlı bir şekilde geçmiştir. Abbasiler’de bilim ve sanat ilerlemiş ve Emeviler’e göre çok daha az savaş yapılmıştır. Abbasilerin yönetimine son veren Moğollar, bölge de yaşayan bazı Hristiyanlar hariç herkesi kılıçtan geçirmiştir. Bununla da kalmayıp ne kadar edebi ve bilimsel yazıt, kitap var ise hepsini yok etmişlerdir. Hatta Dicle nehrine atılan yazıtların nehiri siyaha boyadığı dahi anlatılır, kütüphanelerinin önemi açısından.

Abbasiler dönemine ait bir el yazması

Harun Reşid’ten sonra başa geçen Halife Memun ile ilmi çalışmalar yapılması amacıyla kurulan Beyt’ül Hikmet (Bilgelik Evi) gerçek ihtişamını yakalar fakat yaklaşık 4 asır sonra Moğol hükümdarı Hülagu sayesinde yerle bir edilir. Bu yıkımdan artakalan İbn-i Heysem, Biruni ve İbn-i Sina gibi büyük alimlerin eserlerinin sadece bir bölümüdür. Dünya tarihinde ki ilk gerçek anlamda gözlemevi Bağdat’da Abbasiler döneminde kurulmuştu. Ayrıca o güne kadar hazırlanmış en geniş kapsamlı dünya haritası da yine Abbasiler döneminde idi.

Matematik alanında uygun olmayan Roma rakamları yerine Hint sayı sisteminin yaygınlaşması hususunda önemli rol oynayan Harizmi, “0” Sıfır’ı da icat eden kişi olmuştur. Abbasiler zamanında alimler, Matematik ilmi ile birçok sırra vakıf olabileceklerini düşündüklerinden üzerine çok düşmüşlerdir. Sonuç olarak Abbasiler büyük atılımını yedinci halife olan Memun’un bilim insanlarını Bağdat’a davet edip, Beyt’ül Hikmet’i gerçek anlamda verimli bir hale getirip, alimleri de hem güvene almış hem de onları maaş bağlamış bir yöneticiydi.

Ne Harun Reşid ne de Memun tarihin gördüğü en mükemmel yöneticiler olmayabilirlerdi ama Emeviler gibi despot bir yönetimden aldıkları toplumu rahata kavuşturmaları ve ilim, bilim alanında dönem de adeta rönesansı yaşatmaları oldukça kayda değer şeyler olmuştur.

  • YÖNETİM VE YÖNETİLMEDE KUR’AN’IN İLKELERİ

Rabbimiz Kur’an’da bizlere, “insanı insanın eline bırakmadığını” söylemektedir. Bundandır ki insanlığa adalet ve barışı getirmek, kargaşayı ortadan kaldırmak; anlamsız hayatı anlamlı, hoş bir hale getirmek adına ilkeler koymuştur. Dolayısıyla siyasi yönetim ve yönetilme de İslam dininin müdahele ettiği alanlardır. 

Toplum nizamı, yaşam kurallarının bütünü, yani şeri’at demek olan din de kastedilen düzen, Tanrı/Allah’ın koyduğu ilkeleri kapsayan Hakk düzenden ibaret olmayıp aynı zamanda insanlarında kurduğu beşeri dinleride kapsamaktadır. Bu anlamda din; İster Hakk ister batıl, ister Tanrı/Allah ister kullar tarafından kurulmuş olsun, her türlü toplum nizamı, yaşam kurallarının bütünü demek olacaktır.

Burada önemli olan Hakk Din ila Beşeri Din mefhumları. Kurallarını sadece kendisinin koyduğu din olan Hakk din yani İslam, Kur’an’da; Allah’a ait din, ed-Dinu’l-Hanif, ed-Dinu’l-Kayyim, Muhlisine lehu’d -Din, ed-Dinu’l-Halis ve İslam adları ile anılmaktadır. Hakk Din ila Beşeri Dinler birbirlerinden yasama ve yürütme açısından farklı oldukları gibi birbirleri ile uzlaşamazlarda. Nedeni basit ve nettir; Hakk Din’in Rabb’i Tanrı/Allah iken Beşeri Dinlerin rabbi (patronu, yöneticisi, düzenleyeni) insanlardır. Fakat dünya üzerindeki tek patron/yönetici, Tanrı/Allah’ın ta kendisidir. Hakk Din’in Tanrı/Allah tarafından belirlenmiş; siyasi, iktisadi, hukuki ilkeleri vardır. Doğal olarak Beşeri Dinlerin de bu konularda kendine has ilkeleri mevcuttur. Bu noktada Müslüman kendi dinini, Gayr-i Müslim ise kendi dinini/düzenini yaşamalıdır ta ki, fitne olmadığı sürece. Ortada her hangi bir fitne/ateşe atmak olmadığı sürece zor kullanılamaz, kullanılmamalıdır. Tabii ki Müslümanların da tabii olduğu Hakk dinine Beşeri dinlerin ilkelerini karıştırmaması gerektiği Rabb’imizin Bakara 85‘teki kelamı ile sabit olup kafirlik (gerçeği örtmek) olarak nitelendirilmiştir. Herkesin cesurca sonucuna katlanmak suretiyle kafir veya mü’min olma özgürlüğüde pek ala vardır.

İslam Dini ise sözcük olarak slim kökünden türemiştir. İf’al babı (fiilin dört harfli yapılma hali/ -bindi fiilinin -bindirdi haline çevrilmesi) mastar bir sözcük olarak isim ve mastar olarak kullanılmaktadır. Silm sözcüğü ise; beraet/uzak tutma, korkudan kuşkudan, beladan, huzursuzluktan, mutsuzluktan, kavgadan ve savaştan, ağırdan-sızıdan, maddi ve manevi sıkıntılardan, zayıflıktan-çürüklükten kısacası tüm olumsuzluklardan uzak tutmak demektir. Bu sözcük; salim, selam, teslim, islam vb. sözcüklerinin de köküdür. Sözcüğün islam  kalıbı ise; sağlamlaştırma (dertten, tasadan, korkudan, mutsuzluktan, kavgadan, savaştan vb. şeylerden uzak tutma) demektir. Sonuç olarak İslam Dini de; İnsanları sağlamlaştıran din; dert, tasa, savaş, zayıflık, manevi, hastalık, mutsuzluk vb. şeylerden uzaklaştırıp sağlama, güvenceye alan ilkeler bütünü demek olacaktır. Dolayısıyla, düşüncelerdeki, eylemlerdeki, yasalardaki ve uygulamalardaki tüm bozukluklar ve düzensizlikler İslam Dinine uymayan şeylerdir.

Müslüman sözcüğü de yine İslam sözcüğünün kökü olan slim‘den gelir, anlamı ise; kendini, toplumunu, dertten tasadan, korkudan, mutsuzluktan, kavgadan savaştan ve benzer, tüm olumsuzluklardan uzaklaştıran kimse demektir. Bu anlamdan yola çıkarak Müslüman bir kimsenin sürekli faaliyet halinde bulunan ve pasiflikten uzak bir kimse olduğunu anlayabilir tıpkı İslam‘ında pasif değil tamamen dinamik bir yaşam biçimini olduğunu söyleyebiliriz. Öyleyse diyebiliriz ki bir Müslüman için bu tanımlar onun için adeta bir mihenk taşı olmalı ki her duyduğunu bu ölçülerde tartıp biçerek onun Hakk Din olup olmadığını anlayabilsin ve ona göre hareket edebilsin.

  • OLUŞTURULAN DEVLETİN SÜRDÜRÜLEBİLMESİ

İslam hakikati bünyesinde inşaa edilmiş bir devlet portresinin ayakta kalabilmesi sadaka (zekat, vergi, infak) ve diğer kamu gelirleri ile sağlanır.

Yüce kitabımız Kur’an‘dan konu ile alakalı ayete bakalım;

Mücadele 12; “Ey iman etmiş kişiler! Elçi ile fısıldaşacağınız [baş başa konuşacağınız, özel hizmet alacağınız] zaman, bu fısıldaşmanızdan önce hemen bir sadaka veriniz. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Böyle olmasına rağmen eğer bir şey bulamazsanız, artık şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”

Mücadele 13;Baş başa konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz mu? İşte, yapmadınız. Ve Allah, sizin bilinçle hatadan dönüşünüzü kabul etti. Artık salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/verginizi verin, Allah’a ve Elçisi’ne itaat edin. Ve Allah, yaptıklarınıza en çok haberi olandır.

Yine zekat ve infak ile alakalı onlarca ayet bulunur kitabımızda. Kur’an’a baktığımızda İbrahim Peygamberden bu yana Rabbimizin sosyal, siyasal ve ilkeler koyduğu Müslümanlarında özgür bir vatan edinerek ve devletleşerek İslam’ı yaymaya çalıştıkları görülebilir. Sosyal devlet olmanın ana şiarı olan salat; İbrahim peygambere/İbrahim 35-41, İsa peygambere/Meryem 33-36, Musa peygambere/Ta-Ha 11-15 & Yunus 87, İshak ve Yakup peygambere/Enbiya 72-73, Zekeriyya peygambere/Al-i İmran 39, İsmail peygambere/Meryem 55, Lokman’a/Lokman 13, 16-19, Şu’ayb peygambere/Hud 87, İsrailoğulları’na/Bakara 83 tüm insanlığa ise Nur 56, Rum 31-32 ve Bakara 110’da olmazsa olmaz bir görev olarak verilmiştir. Tabii ki bahsi geçen salat asırlardır Müslümanları tamamen pasif bir hale getiren namaz değil, insanın önce kendisine sonra en yakınından en uzağına dolayısıyla toplumun her kesimine yararının dokunacağı mali yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumlarının oluşturup ayakta tutulması olacaktır. Nitekim Salih peygamber, Semud kavmi kıssasında konu edilen Allah’ın devesi’ de “salat” olarak geçer. Salatın ikamesi, ve zekatın verilmesi gerçek imanın temelidir. Zekat verilmez ise devlet ayakta kalamaz ve dışarıya borçlanır bu da iç kargaşa, yoksulluk ve çöküşü getirir. Geçmişimizde bunun izleri bulunabilir.

Beyyine 5;Oysa ki onlara sadece, dini yalnız Allah için arındıran kişiler hâlinde sadece Allah’a kulluk etmeleri, salâtı ikame etmeleri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaları, ayakta tutmaları], zekâtı/vergiyi vermeleri emredilmişti. Ve işte bu, doğru/eksiksiz/aşınmaz dindir.”

Resulullah, Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zaman Medine’de Rabbimiz Müslümanların kıblesini nasihat ve uyarı boyutundan çıkarıp devlet organizasyonuna  yükseltmiştir. İşte tam da o zaman Müslümanlar, o güne kadar nazil olmuş İslam dini esaslarına dayalı bir devleti Medine’de kurmuşlardır. O zaman ki mevcut İslam ilkelerine dayalı ilk İslami anayasa hazırlandı ve yürürlüğe kondu. Medine şehri sınırları da, Müslümanların ülkesi olmuştur. İslam dini her zaman ve mekanda uygulanabilecek özellikteki ilkeler içerir. İslam da devlet işleri ve  din işleri diye bir ayrım yoktur kaldı ki böyle bir ayrımın olduğu yerler bilinsin ki tamamen inançtan bağımsız bir yönetim şeklini benimsemiştir ve burada hemen hatırlamamız gereken Rabbimizin, “insanı insanın eline bırakmayışıdır” Bu yüzden toplumlar için O‘nun, Rabb’in ta kendisi olması en hayırlısı ve Kur’an’a uygun olan olacaktır.

Dolayısıyla devlet işlerinin tümü A‘dan Z‘ye din işleridir. Bahsettiğimiz merkezi otorite (manevi kişiliği ve belirli bir anayasal düzeni olan egemenlik sahibi, sınırları belli bir ülkeye sahip, bir hükümete ve ortak kanunlara bağlı teşkilatlı millet ve ya milletler topluluğunu meydana getiren siyasi teşekkül) Kur’an’da temkin ifadesi ile yer alır, Hacc 39-41 ila Nur 55‘te.

  • VATAN

Vatan; esasen Arapça olan bu kelime, kendisinde ikamet edinilen yer, insanın yurt edindiği yeri anlamına gelir. Sözcüğün mekan  ifade eden kalıbı olan mevtın, çoğulu mevatın‘dır. Kur’an’da ise vatan ve mevtın kelimeleri yer almaz iken çoğul kalıbı olan mevatın yer almaktadır. Tevbe 25‘te “Andolsun ki Allah, birçok yerde ve Huneyn Günü size yardım etti” şeklinde yer almaktadır (Huneyn Günü, Mekke fethinden sonra Müslümanlarla Havazin müşrikleri arasında yapılan savaşa atıf yapar). Bizim anladığımız anlamda vatan kavramı ise Kur’an’da ed-dar sözcüğü ile yer alır. Öz Türkçe olan yurt sözcüğü Kur’an’daki ed-dar sözcüğüyle aynı anlamdadır. 

Vatan sözcüğü kavram olarak; belli bir topluluğun, dili, dini ve kültürü ile egemen-bağımsız güç olarak yaşadığı, sınırları belirli toprak parçası olarak tanımlanır. Böyle bir toprak parçasına vatan, ülke veya yurt; tebasına da vatandaş veya yurttaş denir. Özgür, bağımsız yurt sahibi olmayan Müslümanların İslam dininin ilkelerini yaşamaları, varlıklarını sürdürebilmeleri imkansızdır. Bu yüzdendir ki Tanrı/Allah Müslümanların mutlaka bağımsız bir ülkelerinin olmasını, bu ülkeyi savunmalarını ve kendilerini yurtlarından etmek için uğraşanlarla savaşılmasını emretmiştir. Kur’an’da geçmişte birçok peygamberin toplumların özgür bir vatan sahibi olmaları için uğraştıkları nakledilmiştir, Sad 45-48, Kasas 4-6′da. Yurt, yurt sevgisi, yurda bağlılığın önemini belirten ayetler ise Yunus 93, Fatır 32-35, A’raf 109-112′de belirtilmiştir.

  • HİCRET

Hicret sözcüğü; bir yerden başka bir yere göç etmek demektir. Eğer Müslümanlar, yaşadığı ülkede mal, can, ırz, dini inanç ve dinini koruma ve yaşama hürriyetini kaybetmişse bunları koruyup, dinlerini yaşayabilecekleri bir yere hicret etmek zorundadırlar. Tanrı/Allah kesinlikle Müslümanların düşkünlüğüne, esaretine, işgal altında; Müslüman olmayanların egemenliği altında yaşamalarına izin vermemiştir, Nisa 97-98‘de. Sonuç olarak; Mü’minler, “Biz, esirdik, başkalarının buyruğu altında idik. O nedenle İslam ilkelerinini yaşayamadık; dinimizi, dilimizi, kültürümüzü, malımızı, canımızı, ırzımızı koruyamadık” diyerek kendilerini kurtaramayacaklardır. Dolayısıyla bu ayet imkanı olan her Müslümanı kapsamaktadır. İslam’ı tam olarak yaşabilmek için herhangi bir teşebbüste bulunmayıp hicret etmeyenler kendilerine dünya ve ahirette yazık etmiş olacaklardır. Küfre rıza küfür olacaktır. Bu konu ile de alakalı En’am 68, Nisa 140-141, Al-i İmran 102, Nisa 60, Maide 54-81, Hud 113′e de bakılabilir.

Hicret edileceği zaman olası; iş bulamama, aç kalma, çevre edinememe gibi endişelere karşı da Nisa 100‘de, “Kim de Allah yolunda yurdundan göç ederse, yeryüzünde barınacak çok yer ve genişlik bulur. Kim Allah’a ve Elçisi’ne katılmak üzere evinden çıkar, sonra kendisine ölüm gelirse, o kişinin ecri/ödülü şüphesiz Allah’a düşmüştür. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir.” yine Ankebut 56‘ya da bakılabilir. Tarihe baktığımızda birçok peygamberlerin ve müslüman topluluklarının hayatlarının belirli bölümlerinde hicret ettiklerini görürüz. Rabb bu zorunlu hicret görevini yerine getirenlere vaadlerde bulunmuştur Nahl 41-42‘de, “Ve haksızlığa uğradıktan sonra Allah yolunda hicret eden kişiler, kesinlikle Biz onları, sabretmiş ve sadece Rablerine işin sonucunu havale eden şu kimseleri bu dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Ötekinin/âhiretin ücreti ise daha büyüktür. Keşke bilselerdi!” Bakara 218, Tevbe 20-100‘de bu ayetlerdendir.

  • DEVLETİN YÖNETİMDE ÖZGÜR OLMASININ ÖNEMİ

Tanrı/Allah, Kur’an’da Tevbe 13, Mümtehıne 1-9, Hacc 39-41 ayetlerinde Müslümanlara kendilerini yurtlarından çıkarmak isteyenlerle savaş emretmiştir. Buna göre Müslümanların devleti için Mü’minlerin İslam’a göre teşkilandıkları, İslam dini ilkeleri çerçevesinde oluşturdukları, yeryüzünde (yeryüzünün her yerinde veya herhangi bir bölgesinde) İslam’ı bütünüyle yaşamak üzere kurdukları organizasyondur denilebilir. Ve bu organizasyon yani devlet İslam’ın bir gayesi değil, İslam dininin eksiksiz uygulanması ve özgürce yaşanması için bir araçtır. Dolayısıyla İslam Devleti diye bir tanım olamayacağından Müslümanların Devleti daha doğru olacaktır. Ve Müslümanların Devleti, “Hakimiyet, mülk Allah’ındır” esasına göre kurulur. Çünkü Rabb yani patron O’dur. Ve devletin oluşumunda; renk, ırk, kabile, soy ve sosyal sınıflar gözetilmez.

Yusuf 36-41;” Ve zindana o’nunla birlikte iki delikanlı girdi. Onlardan birisi: “Şüphesiz ben, kendimi şarap sıkarken gördüm” dedi. Öteki de: “Şüphesiz ben başımın üstünde ekmek taşıdığımı, kuşların da ondan yediğini gördüm. Bize bunun te’vîlini haber ver. Şüphesiz biz seni iyilik/güzellik üretenlerden görüyoruz” dedi. Yûsuf: “Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun te’vîlini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Şüphesiz ben, Allah’a inanmayan bir toplumun –ki onlar âhireti bilerek reddedenlerin; inanmayanların ta kendileridir– dinini, yaşam tarzını terk ettim. Ve atalarım İbrâhîm, İshâk ve Ya‘kûb’un dinine, yaşam ilkesine uydum. Bizim, Allah’a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara bir armağanıdır. Velâkin insanların çoğu kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok rabbler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir tek Allah mı? Sizin, O’nun astlarından o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız konusuna Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah’a aittir: O, size, Kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte bu dosdoğru/koruyan dindir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Biriniz efendisine yine şarap sunacak. Diğeri de asılacak da kuşlar onu başından yiyecekler. İşte hakkında fetva istediğiniz iş gerçekleşti” dedi. 

Nisa 60, Yunus 7-8-9, Kıyamet 36 ve Fetih 10‘a da bakılabilir. 

  • MÜLK TANRI/ALLAH’INDIR ESASI

Yeryüzü, Tanrı/Allah‘ındır. Yeryüzü bir takım kabileler veya aileler tarafından parsellenipte insanların bu nimetlerden yararlanması engellenemez. Bakara 58 ve Nisa 154‘ün hükümlerine göre gidilecek yerlerin otoritelerine bilgi verilir ve oranın hukukuna uyup orada kargaşa çıkartmayacağına dair taahhüt verilir.

Nisa 97-98; “Kesinlikle görevli güçlerin, kendilerine haksızlık ederlerken, geçmişte yaptıklarını ve yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırdıkları şu kimselerin durumuna gelince; görevli güçler, “Ne işte idiniz?” derler. Onlar: “Biz, yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik” derler. Görevli güçler: “Allah’ın yeryüzü geniş değil miydi, siz, orada hicret etseydiniz ya?” derler. Artık, –erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan göçe güç yetiremeyen, kılavuzlandıkları doğru yolu bulamayan kimseler hariç– işte bunların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü gidiş yeridir!” 

Ankebut 56;Ey iman etmiş kullarım! Şüphesiz benim yeryüzüm geniştir. O halde yalnız Bana kulluk edin”. 

İleri okuma; Nisa 126-131-132-170-171 ve Maide 17.

Evet, yeryüzünde mülk/hakimiyet yalnızca Tanrı/Allah’ındır yani yeryüzünde sadece Tanrı/Allah hükmeder yalnızca onun emirleri geçerlidir. Unutulmamalıdır ki İslam dini genel hükümler ifade eder ve genel hükümlerin hepsi de evrenselliğin göstergesidir. Al-i İmran 26-27-189 ve Lokman 26‘ya bakılabilir. Eğer ki yeryüzünde Rabb’in hükümleri bırakılıp kulların hükümleri ile yaşanılırsa hak, hukuk ve düzen sağlanamaz. Sebebi basittir, yaşam düzeni beşeri dinleri kapsayan yönetim şekilleri asla mutlak adaleti sağlayamaz çünkü o dinlerin Rableri insanlardır ve Tanrı/Allah insanları insanların eline bırakmamıştır. Bu sebeple Rabb, insanları daru’s-selam‘a (esenlik, güvenlik, mutluluk yurdu) çağırır.

Yunus 25; “Ve Allah selamet (esenlik, mutluluk) yurduna çağırıyor ve O, dilediği/dileyen kimseye klavuz olur” 

Maide 39-40, “Sonra kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder ve düzeltirse, bilsin ki şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Göklerin ve yerin sahipliğinin, yönetiminin Allah’a ait olduğunu bilmedin mi? O, dilediğine azap eder, dilediğini de bağışlar? Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

Tevbe 116, “Hiç şüphesiz Allah, göklerin ve yeryüzünün mülkü yalnızca Kendisinin olandır. O, diriltir ve öldürür. Sizin için O’nun astlarından bir yol gösterici, koruyucu yakın ve bir yardımcı yoktur.” 

Ve Yunus 25-68, Kehf 26

  • TANRI/ALLAH’IN “RABB”LİK SIFATININ ÖNEMİ

Tanrı/Allah, rabbu’l-alemin‘dir. Rabb sözcüğü, terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak birtakım hedeflere götüren, gelişmeyi programlayıp yöneten demektir. Tanrı/Allah’ın Rabbliğini yani dünya hayatına müdahalesini kabul etmeyenler Mekke müşriklerinden farksızdırlar. Çünkü Mekke müşrikleri gayet bilgili ve inançlı kimselerdi fakat ta ki o göstergeler/ayetler onların hayatlarına müdahele etmeye başlayıp onların da üstünde bir Rabb olduğunu öğrenene kadar. İşte bu nokta Mekkeli müşrikler geri adım atarak dünya hayatının hükmünün kendi ellerinde olduğunu söyleyip Tanrı/Allah’ın onların işlerine karışmamasını söylemişlerdi. Böyle bir şey asla kabul edilebilir olamaz zira İslam dinindeki en önemli kaidelerden biri de Tanrı/Allah’ın tek hüküm koyucu Rabb olduğu gerçeği ve değişmezidir. Bu yüzden Mekke’deki süreç Tanrı/Allah’ın Rabb’lik sıfatının Mekkelilere kabul ettirilmesi ile ilgili olmuştu. Evren, Tanrı/Allah’ın mülkü ise şayet, hükümleri de koyan O olmalıdır.

  • DEVLETTE HAKİMİYETİN TANRI/ALLAH’IN ELİNDE OLMASI

Hakimiyet, (egemenlik) kendi üstünde bir başka güç ve irade olmama durumu anlamına gelir. Hükmün/Hakimiyetin Tanrı/Allah’ın olması ise Tanrı/Allah’ın kulları arasına inip onları tek otoriter olarak yöneteceği şeklinde anlaşılmaması gerekir. Bu durum; insanların yönetimde, Tanrı/Allah’ın gönderdiği fıtrata uygun evrensel ilkelerden başkasına uymamaları olarak anlaşılmalıdır. Tanrı/Allah seçtiği elçiler aracılığı ile yasalar, ilkeler içeren kitaplar gönderir ve kullar da bunlara uyarlar. Bu uyuma da zaten ibadet (kulluk) denir.

Bakara 213;  “İnsanlar tek bir önderli toplum idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve anlaşmazlık ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o Kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.

Nisa 105-106-107; “Şüphesiz Biz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmedesin diye Kitab’ı hak olarak indirdik. Sen de hainler için savunucu olma! Ve Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir. Kendilerine hainlik edenleri de savunma. Şüphesiz Allah, aşırı derecede hainlik eden günahkârları sevmez.

Maide 48; “Sana da Tevrât’ın bir bölümünden kendisinin içinde konu edilenleri doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hak ile Kitab’ı/Kur’ân’ı indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen haktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir yol haritası/ toplu yaşam ilkeleri ve geniş, aydınlık bir yol belirledik. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir önderli toplum yapardı, fakat size verdiklerinde sizi yıpratmak/ denemek için böyle yapmadı. Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah’adır. Sonra O, kendisi hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.

İleri okuma; A’raf, Lokman 21, En’am 150-153, Şura 115, Casiye 18-20.

İslam dini ataların öğrettiği gibi sadece inançlar manzumesi değildir. Herkesin dinin ne olduğunu bilmesi gerekir. Hakk din; Yüce Tanrı/Allah’ın kullarını hakka ulaştırmak üzere peygamberleri aracılığı ile akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği, onları kendi iradeleriyle dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturan sistem, Tanrı/Allah’ın koyduğu hükümlerdir. Rabbimiz merhameti gereği, kullarının kişisel davranışlarından, yemelerine, içmelerine, giyinmelerine, kazanma şekillerine, harcamalarına, savaşmalarına, evlenmelerine, boşanmalarına, doğayla olan ilişkilerine, yönetim biçimlerine ve dahası her şeylerine müdahele edip, toplumu zulüm ve fesattan kurtarıp adaletin sağlanması için bir takım ilkeleri kullarına elçileri aracılığıyla bir kitap ile göndermiştir. Yine Kur’an’da bir ayette Tanrı/Allah kullarına peygamberin odasına girerken kapı çalmalarını dahi yani nezaketi dahi öğretmiştir. Günümüzde bu çok absürt gelebilir size fakat 500 – 600‘lü yılların bedevi Arapları için toplum hiç de günümüzdeki gibi değildi. Okuma-yazması dahi olmayan, ellerinde köleleri ve kadın esirleri bulunan, suyun zor bulunduğu, güneşin tepeden inmediği, sadece büyükbaş hayvancılığı ve kervan ticareti ile geçim sağlayan bir toplumdan bahsediyoruz. O yüzden Kur’an’ı okur ve tahlil eder iken onu günümüze uyarlayıp güncelleyerek pratiğe almamız lazım gelir. Tarihselciliğe düşüp bu kitabı o toplum gibi o toplumun zamanı ve yaşantısı gibi okur ve algılarsak en büyük hatalardan birini yapmış oluruz. Kur’an gibi bir kitap da en nihayetinde dakikasında inmemiş yirmi seneden fazla bir süreçte hem o toplumu en dipten en uca düzeltmiş hem de gelecek nesiller içinde evrensel ilkeleri ortaya koyarak kendisinin varlığını kıyamete dek var etmiştir. Rabbimiz, insanı ve evreni cahil ve zalim insanların ellerine bırakmamış ve elçisiyle, kitabıyla ilkelerini göndermiş ve bazılarının reddine bazılarının kabulüne razı olmamıştır.

Bakara 84-45-86; “Ve hani Biz, sizin kesin sözünüzü almıştık: “Kanlarınızı dökmeyeceksiniz, kendilerinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız.” Sonra siz, tanıklık ederek ikrar verdiniz. Sonra, siz, işte o kimselersiniz; kendi kendinizi öldürüyorsunuz ve sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onların aleyhinde günah ve düşmanlıkta yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar size esir olarak gelirlerse de onlar için fidye/kurtarmalık almaya çalışırsınız. Hâlbuki o; onların çıkarılmaları, size harâmlaştırılmıştır. Peki, siz Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümüne inanmıyor musunuz? Şu hâlde içinizden böyle yapanların alacağı karşılık dünya hayatında bir rüsvâlıktan başka nedir? Kıyâmet günü de azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan bilgisiz, duyarsız değildir.İşte onlar, âhiret karşılığında basit dünya yaşamını satın almış kimselerdir. Artık bunlardan azap hafifletilmez, onlar yardım da olunmazlar.”

Nisa 150-151; Allah’a ve elçilerine inanmayarak küfreden; Allah’ın ilâhlığını ve rabbliğini bilerek reddeden, “Biz, bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız” diyerek Allah ve Elçisi’nin arasını ayırmayı isteyen ve böylece imanla küfür; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetme arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler; işte onlar, kâfirlerin; gerçek Allah’ın ilâhlığını ve rabbliğini bilerek reddedenlerin ta kendileridir. Ve Biz, kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabbliğini bilerek reddeden o kimselere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.”

Al-i İmran 85; Ve kim İslam’dan başka bir din ararsa, o takdirde hiçbir zaman ondan kabul edilmeyecektir. Ve İslam’dan başka din arayan kimse, ahirette zarar edenlerden olacaktır.”

Rum 30-31-32; O hâlde sen yüzünü, eski inançlarını terk eden biri olarak dine, insanları üzerine ilk olarak yoktan yaratmış olduğu Allah’ın fıtratına doğrult. Allah’ın oluşturuşunda değişiklik söz konusu değildir. Dosdoğru/ ayakta tutan din, budur. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. Kalben O’na yönelenler olarak, Allah’ın koruması altına girin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun-ayakta tutun], ortak koşanlardan; dinlerini parça parça bölmüş, ayrılıkçı gruplara ayrılmış kimselerden de olmayın. –Her ayrılıkçı grup kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir”

Ahzab 36;Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiçbir mü’min erkek ve mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah’a ve Elçisi’ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır.”

Yani Tanrı/Allah Kur’an’da bizlere bildirdiği ana ilkeler için hiç kimseye serbestlik/tercih hakkı tanımaz. Tanrı/Allah koyduğu ana ilkeleri/demirbaş hükümleri birer tabu haline getirmiştir yani dokunulmaz kılmış ve bunların pratiğe alınma şekillerini de insanların istişare kurarak kararlaştırıp bir programa oturtmalarını emretmiştir.

En’am 151-152-153; “De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri tabulaştırdığını; dokunulmaz kıldığını okuyayım: ‘Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızı, ana babaya iyilik yapmanızı- güzel davranmanızı, fakirlik endişesiyle / fakirleştiriliriz korkusuyla çocuklarınızı öldürmemenizi, -Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz. -kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmamanızı, haksız yere, Allah’ın haram kıldığı nefsi öldürmemenizi,-İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır. -Yetimin malına da yaklaşmamanızı, -Yalnız erginlik çağına erişinceye kadar en güzel biçimde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz.-ölçüyü,  tartıyı hakkaniyetle tastamam yapmanızı,-Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile; kapasitesi dışındaki bir şeyle yükümlü tutmayız. -söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olmanızı ve Allah’a verdiğiniz sözü tastamam tutmanızı.’-İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye Allah’ın size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-” Ve şüphesiz ki, bu, dosdoğru olarak Benim yolumdur. Hemen ona uyun. Ve başka yollara uymayın da sizi O’nun yolundan ayırmasın. İşte bunlar, Allah’ın koruması altına girersiniz diye Allah’ın size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.

Sözde inandım diyerek geçinen kişileri ise Rabb açıkça tehdit eder;

Maide 44; “İçinde doğru yol rehberi ve ışık bulunan Tevrât’ı, şüphesiz Biz indirdik. Müslümanlaşmış kişiler olan peygamberler onunla Yahudilere hükmederler, kendilerini Allah’a adamış kişiler ve hahamlar da, Allah’ın kitabından kendilerinden korumaları istenilen ve kendilerinin de üzerine tanıklık ettikleri şeylerle hükmederler. İnsanlara saygı duyup ürpermeyin, Bana saygı duyup ürperin. Benim âyetlerimi de az bir paraya satmayın. Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabbliğini bilerek reddeden kimselerin ta kendileridir.

Maide 45; “Ve Biz, Tevrât’ta onlara, zata zat, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş yazdık. Yaralara kısas vardır. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendisi için kefaret olur. Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar yanlış; kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir.

Maide 46; “Ve Biz o peygamberlerin izleri üzerine, yanlarındaki Tevrât’tan içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak Meryem oğlu Îsâ’nın gelmesini sağladık. Ve o’na Tevrât’tan içinde konu edilenleri doğrulamak, Allah’ın koruması altına girmiş kişilere yol gösterme ve öğüt olmak üzere içinde yol gösterme olan İncîl’i verdik.”

Maide 47-48; “İncîl ehli de Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim, Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, artık işte onlar, hak yoldan çıkanların ta kendileridir. Sana da Tevrât’ın bir bölümünden kendisinin içinde konu edilenleri doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hak ile Kitab’ı/Kur’ân’ı indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen haktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir yol haritası/ toplu yaşam ilkeleri ve geniş, aydınlık bir yol belirledik. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir önderli toplum yapardı, fakat size verdiklerinde sizi yıpratmak/ denemek için böyle yapmadı. Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah’adır. Sonra O, kendisi hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.

Maide 49-50; “Sen, yine aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet, onların tutkularına uyma. Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni davandan vazgeçirerek ateşe atmalarından sakın. Artık sırt çevirirlerse, artık bil ki şüphesiz Allah, bir kısım günahları sebebiyle/ günahlarının acısıyla onları musibete uğratmak istiyor. Ve şüphesiz insanlardan pek çoğu kesinlikle hak yoldan çıkan kimselerdir. Yoksa cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesinlikle bilen bir toplum için, hüküm yönünden Allah’tan daha güzel kim olabilir?”

Nisa 105-106-107; “Şüphesiz Biz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmedesin diye Kitab’ı hak olarak indirdik. Sen de hainler için savunucu olma! Ve Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir. Kendilerine hainlik edenleri de savunma. Şüphesiz Allah, aşırı derecede hainlik eden günahkârları sevmez.

Daha önce de belirttiğimiz gibi Müslümanlar; Irk, coğrafi ve etnik unsurlara göre bir devlet modeli oluşturamaz. Birbirlerine coğrafi olarak çok yakın bölgeler dahi iki farklı devlet oluşturamazlar. Birbirlerine uzak olan bölgeler ise kuracakları farklı devletler neticesinde yine bir bütün olarak hareket ederler/etmeliler. Tanrı/Allah insanlara seçme hakkı tanımıştır. Kötüyü de iyiyi de. Dolayısıyla zorla bir şeyleri kabul ettirmek sadece riyakar/iki yüzlü bireyler doğuracaktır. Kaldı ki cebir kullanmak yani zor kullanmak Rabbin imtihan esprisine de pek ala aykırıdır fark edeceğiniz üzere.

Kehf 29; Ve de ki: “O gerçek, Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin / inanmasın.” Şüphesiz Biz, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O, ne kötü bir içecektir! Dayanma/ sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür!” 

Fussilet 40; “Şüphesiz alâmetlerimiz/ göstergelerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O hâlde ateşe atılacak olan kişi mi daha hayırlıdır, yoksa kıyâmet günü güven içinde gelecek kişi mi? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki Allah, yaptığınız şeyleri en iyi görendir.” 

İnsan 2-3; “Şüphesiz Biz, insanı karışık bir nutfeden oluşturduk. Onu yıpratacağız/yükümlülükler vereceğiz. Bu nedenle onu çok iyi işitici, çok iyi görücü yaptık; iyiyi kötüyü ayıracak bilgileri yollayarak bilgilendirdik. Şüphesiz Biz, ona yolu gösterdik, ister kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen biri olsun, ister nankör.” 

Bakara 256; “Dinde zorlamak/tiksindirmek yoktur; iman, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten; iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan kesinlikle iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûta küfreder; onu tanımaz Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.

İleri okumalar için; En’am 35-104-107-149, Ra’d 31, Şu’ara 3-4, Hud 15-28, Kafirun 6, Yunus 99-108, Teğabün 2, Zümer 7-15, Nahl 9-36-93-99, Secde 13, Maide 48, İsra 15-18, Şura 20-48, Ğaşiye 21-22, Nisa 80, Beled 10.

  • MÜSLÜMANLARIN DEVLETİNDE GAYR-İ MÜSLİMLERİN DURUMU

Bu noktada bir diğer önemli husus olan Müslüman devletinde tabii olarak bulunabilecek gayr-i müslimlerin durumuna bakalım. Bunlara zımmi denir. Zımmiler, Tevbe 29‘daki hüküme göre cizye verirler. Cizye ise; mükellef olan erkeklerden can ve mallarını korumak amacıyla yılda bir alınan vergi demektir. Herkesin müslüman olmasını bekleyemeyiz ve her zaman farklı inançlara mensup insanlarda olacağından Rabbimiz onlara uygun hükmünü de vermiştir Kur’an’da. 

Yusuf 76; Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin kabından önce onların kaplarını aramaya başladı. Sonra su kabını kardeşinin kabının içinden çıkardı. İşte Yûsuf’a Biz böyle bir oyun öğrettik. Melikin dininde/ülkenin yasalarında, kardeşini alıkoymasına imkân yoktu. –Ancak Allah dilerse o başka. Biz dilediğimiz kişileri derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde bir daha iyi bilen vardır.–”

Maide 41-50‘de de aynı mesajlar verilmiştir. Sonuç olarak Müslümanların devletinde müslüman olmayanlar/gayr-i müslimler’e de aynı adaletle davranılır hatta verdikleri teminat (cizye) ile ek olarak mal, can, ticaret güvenliği, ibadet özgürlüğü tanınır. Ve bu süreç içerisinde de yine onlara İslam ile ilgili bilgiler de verilir. Bütün bu ayrıcalıklar gayr-i müslimler fitneye (müslümanları dinden çıkarmaya, yeryüzünde kargaşaya) teşebbüs etmedikleri sürece geçerlidir. Çünkü fitne, insanın hem ahiretini hem de dünyevi hayatını yakmak, mahvetmek demektir. Zaten kelime anlam olarakta ateşe atmak demektir. Dolayısıyla fitne yapılabilecek en kötü şeylerden biridir. Ve anlayacağınız üzere anlamı da dilimizde yozlaştırılmıştır.

  • DEVLET YAPISINDA YÖNETİCİLER

Kur’an’a göre devletin ikili bir yapıya sahip olduğunu ve bu yapınında en üstünde bulunanan mefhum olarak Tanrı/Allah, pratik kısmında da halkın olduğunu anlıyoruz. Yönetim yasallığını şura ilkesi gereği halktan, İslam ilkelerine bağlılığı gereği de Hakk‘tan almaktadır. Burada Tanrı/Allah kitabında bizlere Kendisi ve Elçilerine itaatten sonra Ulü’l-emr‘e (emir sahipleri, iş, plan-program sahiplerine) de itaat edilmesini emretmiştir.

Nisa 59; “Ey iman etmiş kimseler! Allah’a itaat edin, Elçi’ye ve sizden olan emir sahiplerine/ ana yöneticiye itaat edin. Sonra, eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi’ye havale edin. Bu, daha iyidir ve en uygun çözümü bulmak bakımından daha güzeldir.” 

Ayette konu edinilen ulü’l-emr, müslümanların kendilerinden oluşturdukları Şura Meclisi‘dir.  Bunun adı pek ala parlamento, halk meclisi, millet meclisi, konsey ve dahası gibi farklı isimlerler de anılabilir önemli olan onun neyi ifade ettiğini bellemektir. Şura ilkesinde, ehil olan herkes yönetime katılabilir böylece diktatörlük engellenir yani bir kişi kararları vermez böylece meclis müslümanların tümünün meclisi haline gelir. 

Şura 36-39; “İşte, size verilen herhangi bir şey, basit dünya hayatının kazanımıdır. Sadece dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar [nimetler, ödüller] ise; iman etmiş ve sadece Rablerine işin sonucunu havale eden kimseler için, günahın büyüklerinden ve hayâsızlıktan kaçınan ve öfkelendikleri zaman bağışlayan kimseler için, Rablerinin çağrısına cevap veren, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], işleri de kendi aralarında Şura; “işin en iyi yanını ortaklaşa bulup ortaya çıkarma” olan, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden Allah yolunda harcarlar/ başta yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını temin eden kimseler için ve kendilerine bir haksızlık ve saldırı isabet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşan/ intikam alan kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”

Al-i İmran 159; İşte sen, sırf Allah’ın rahmeti sebebiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için bağışlanma dile. İşlerde onlarla müşavere et; işin en güzelini ortaklaşa bulup ortaya çıkar, bir kere de azmettin mi, artık Allah’a işin sonucunu havale et. Şüphesiz Allah, işin sonucunu Kendisine havale edenleri sever.” 

Al-i İmran 104; Ve içinizden hayra çağıran, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü-çirkinliği kabul edilen şeyleri engelleyen bir önderli toplum bulunsun. Ve işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” 

Ayetlerden de anladığımız üzere Tanrı/Allah Ulü’l-emr’in asla tek kişiden oluşmamasını, ortak akıla başvurularak bunun kurumsallaştırılmasını istemiştir. Ulü’l-emr’i desteklemek ve onlara itaat edilmesi ile ilgili ayetler altta incelenebilir;

Ahzab 56; Şüphesiz Allah ve doğadaki güçleri/indirdiği Kur’ân âyetleri Peygamber’i destekliyorlar/yardım ediyorlar/arka çıkıyorlar. Ey iman etmiş kimseler! Siz de Peygamber’e destek olun/O’na yardım edin/arka çıkın ve O’nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın!” 

Nur 47-54; Ve onlar, “Allah’a ve Elçi’ye inandık ve itaat ettik” diyorlar. Sonra da onlardan bir grup, arkasından geri duruyorlar ve bunlar, mü’minler değildir. 

Ve aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Elçisi’ne çağrıldıkları zaman, bakarsın ki, onlardan bir grup mesafelenmişler. Ama eğer hak kendi lehlerine ise, o’na, gönülden bağlı kimseler olarak gelirler. 

Peki, onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler? Yoksa Allah ve Elçisi’nin kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Tam tersine onlar, yanlış davrananların; kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir! 

Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Elçisi’ne davet edildiklerinde mü’minlerin sözü ancak “İşittik ve itaat ettik” demeleri oldu. İşte bunlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. 

Ve kim Allah’a ve Elçisi’ne itaat eder, Allah’a saygı, sevgi ve bilgiyle ürperti duyar ve O’nun koruması altına girerse, işte onlar başarıya ulaşanların ta kendileridir. 

Ve o münâfıklar, sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde kesinlikle savaşa çıkacaklarına dair, en ağır yeminleri ile Allah’a yemin ettiler. De ki: “Yemin etmeyin. İtaat, örfe uygun/herkesçe iyi olduğu kabul edilen şekildir! Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır.” 

De ki: “Allah’a itaat edin, Elçi’ye de itaat edin.” Artık, eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki o’nun üzerine olan, sadece kendisinin yüklendiğidir. Sizin üzerinize de, size yüklenendir. Eğer Elçi’ye itaat ederseniz, kılavuzlandığınız doğru yola girersiniz. Elçi’nin üzerine olan da, sadece apaçık mesajı iletmektir.”

İleri okumalar için; Nisa 13-59-69-80, Ahzab 33, Al-i İmran 32-132-71, Maide 92, Fetih 17, Tevbe 71, Enfal 1-30-46, Muhammed 32, Mücadele 13, Teğabün 12. Bu ayetlerdeki itaat edilecek Resul, devlet başkanı da olan Resul’dur. Dolayısıyla bu ayetlerin indiği dönemde Resulullah Ilü’l-emr’liğide temsil etmekteydi. Resulullah sadece bir elçi değil, devlet başkanı ve askeri açıdan bir komutandı da.

  • DEVLETİN İÇ VE DIŞ SALDIRILARDAN KORUNMASI

Oluşturulan devletin aynı zamanda olası iç ve dış terör eylemleri, saldırılarından korunması için bir de orduya ihtiyacı olacaktır. Rabbimiz oluşturulacak ordu için de bizlere mesajlarını bildirmiştir. 

Nisa 71; “Ey iman etmiş kişiler! Önleminizi alın, sonra da onlara karşı ya küçük birlikler halinde sefere çıkınız veya toptan sefere çıkınız.” 

Enfal 60; “Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki onlarla, Allah’a düşman olanları, kendi düşmanlarınızı ve Allah’ın bilip de sizin bilmediğiniz, bunlardan aşağı daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız.” 

Üstteki ayette hitap, tüm mü’minlere ve tüm zamanlara yöneltilerek, müslümanlar için askeri strateji Rabb tarafından belirlenmiştir. Ayette önce, “gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin” denilerek her türlü askeri silah ve teçhizatlanma emredilirken, “savaş atları hazırlayın” diye de savaş atlarına vurgu yapılmıştır. Malumdur ki Kur’an’ın indiği zamanlar da dönemim en iyi ve değerli savaş aracı savaş atlarıydı. Dolayısıyla biz de günümüzde gidip en iyi atı seçmeyeceğiz bunun yerine her zamanki gibi ayeti günümüze güncelleyerek günümüzün en ileri hava, kara, deniz savaş araçlarına sahip olmalı veya üretmeliyiz. Tanrı/Allah bizlere kısaca savunma için ki başka türlü savaş yoktur İslam’da, atom bombasına kadar sahip olmamız gerektiğini bildirir. Ayette geçen, “Allah’ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı…” ifadesi bizlere müşrikler, Yahudiler ve tüm İslam düşmanlarını, –Allah’ın bilip de sizin bilmediğiniz düşmanlar ile de münafıklar ve uzaktaki düşmanlar katedilmektedir. Yine ayette ki, “Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz haksızlığa uğratılamazsınız” ifadesi ile, bilinen-bilinmeyen düşmanlara karşı en üst düzeyde kuvvet ve teknoloji hazırlığı için infak gibi mali bir desteğe de muhtaç olduğunu bizlere bildirmiş oluyor.

Bakara 193-195; “Ve de insanları dinden çıkarmak; ortak koşmaya, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeye sürüklemek faaliyeti kalmayıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Artık eğer vazgeçerlerse, düşmanlık, kendi benliklerine haksızlık edenlerden başkasına yoktur.

Dokunulmazlık ayı, harâm aya karşılıktır. Ve bütün dokunulmazlıklar/ bağlayıcı hükümler, birbirine karşılıktır. O hâlde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyla saldırın. Ve Allah’ın koruması altına girin. Ve bilin ki Allah, Kendi koruması altına girmiş kişiler ile beraberdir.

Ve Allah yolunda malınızı harcayın/ başta yakınlarınız olmak üzere başkalarının nafakalarını sağlayın, kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin-güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri-güzelleştirenleri sever.”

Leave a comment